Eski Türkiye’de yenilen içilenden uluorta bahsetmek çok büyük bir ayıp sayılır, büyüklerimiz alabilen var alamayan var diye bu tip konuşmalardan kaçınmamızı öğütlerdi. Hiç unutmam rahmetli anneciğim biz ilkokula giderken büyük bir özenle hazırladığı beslenme çantasına asla dar gelirli aile çocuklarının alamayacağı ve imrenebilecekleri yiyecekleri asla koymazdı. Bu anneler arasında aslında hiç konuşulmamış mutabakata sadece benim annem değil tüm çocukların anneleri uyardı ve bu yüzden beslenmelerimiz genellikle haşlanmış patates, yumurta, zeytin, peynir, üzüm, elma ve evde yapılmış çörek gibi yiyeceklerden oluşurdu. Sadece annelerimiz değil öğretmenlerimiz de bu konuda çok duyarlı davranırdı, ola ki biri bu mutabakatın dışına çıktıysa ya çantadan çıkarılmasına müsaade etmez ya da sınıfa üleştirirdi.
Evde ya da dışarıda yediğimiz içtiğimizin anlatılması da hoş karşılanmaz, ayıp olarak nitelendirilirdi. Eski Türkiye’de insanlar yedikleri, içtikleri, tükettikleri ile övünmekten, birbirine hava atmaktan büyük bir özenle kaçınırdı.
O zamanlar paralı özel okullar da zaten çok azdı, Galatasaray, TED ve benzeri bazı okullar hariç özel okullar okumayı sevmeyen ya da beceremeyen hayta zengin çocuklarına diploma dağıtma yeri olarak görülür ve pek iyi bir gözle bakılmazdı. Herkes çantasını, beslenme torbasını sallaya sallaya mahallesindeki okula yürüyerek gider, servis mervis bilinmezdi. Okullarda sınıf ya da statü farkı yoktu, en alt gelir dilimindeki ailelerin çocukları ile zengin çocukları aynı sıraları paylaşır, aynı şeyleri yer içer, aynı önlükleri giyerdi.
O dönemlerde en itibarlı okullar fen liseleriydi, okulun en zeki en çalışkan çocukları çalışır sınava girer, kazananlar fen lisesine giderdi. Bu çocuklara herkes gıpta ile bakar, fen lisesi sınavlarını kazanmak aileler için çok büyük bir övünç kaynağı olurdu.
İnsanların tüketimleri ile övünmeye başlaması Türkiye’nin neoliberal sistem ile tanıştığı ve zenginlik farklarının ayyuka çıktığı Özallı yıllarda başladı. İnsanlar statü ve sınıf farklarını tüketim kalıpları ile göstermeye merak saldı, herkes yediğini içtiğini, giyip kuşandığını, takıp takıştırdığını başkasının gözüne sokmaya başladı. Lüks araba anahtarını ve en son model en pahalı cep telefonunu masaya koymak da bu dönemde başladı.
Biliyorum lafı epeyce uzattım ama bu konuya girmemin nedeni AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın uyku öncesi diyetini millete anlatması. Doğru parası var, malı, mülkü var, kendi kesesi ya da babasının parası ile alıp yiyorsa kimin ne yediği ne içtiği beni hiçbir şekilde ilgilendirmez. Zenginin malı, züğürdün çenesini yorar der ve hiç yorum yapmam. Erdoğan da hazırladığı bu lüks ve pahalı karışımı kendi kesesinden yiyorsa beni hiç ilgilendirmez ve lakin bu lüks karışım eğer saray mutfağında, devlet kesesinden hazırlanıyorsa hepimizi ilgilendirir, çocuğuna mama alamayan ana babanın vergileri bir kişinin keyfi lüks tüketimine harcanıyorsa bu elbette kabul edilemez.
Şimdi üçün beşin hesabını yapma, bu ülkede vergiler kimlere, nelere harcanıyor Erdoğan’ın uyku diyetine de harcansa ne olur diyeceksiniz. Bu bir ilke meselesi yönetenler kamu kaynaklarını kişisel ihtiyaçları için harcıyorsa bunun üçü beşi olmaz, her şey böyle az az, kıyısından köşesinden başlar ve sonra çığırından çıkar gider. Birde meşhur imam cemaat örneği vardır, Genel Başkanının bu davranışını gören “o yapıyor demek ki bende yapabilirim” der bu işler bir genel davranış kalıbına dönüşür.
Ünlü kişilerin yediği, içtiği toplum tarafından genellikle merak edilir doğru ama özellikle maaşını vatandaşın vergileri ile alan ve kamu kaynaklarını harcayan seçilmiş ya da atanmış kamu görevlilerinin tüketimlerine ve harcamalarına çok dikkat etmesi, israf ve lüksten özenle kaçınması, kamuoyu tarafından hoş karşılanmayacak bu tip harcamaları milletin gözüne sokmaması gerekir.
Netice, demedi demeyin; bu gün anlatılan hurmalar sandıkta oyları tırmalar!
Çocuğuna süt alamayan vatandaş kuş sütü eksik olmayan sofralarda ejder meyveli smoothie, uykusudan evvel manda yoğurdu, kestane balı, Medine hurması ve yulaf hüpleten siyasetçileri çizer atar…