“Bir bebeğim olmuştu ama yoktu. Utanıyordum. Korkuyordum. Evin ortasında kanımla ıslanmış toprak üstünde bomboş kalmıştım. Mememden sızan süt yerdeki kanıma bulaşmaya başlamıştı. Kalkamadım. Ağlayamadım.
Nur annem o günle ilgili asla kimseyle konuşmadı.
Sonraki tüm doğumlarım kayıptı. Benim bir tek çocuğum vardı. Öyle güzel, öyle parlak, öyle sıcak…Bunca korkunun, acının, küfrün, yalnızlığın ortasında beni terk etti. Benim bir tek çocuğum oldu. Siz, benim bedenimde hayat bulan diğer insanlarsınız sadece. Sevgi bilmediğim bir şey. Onu kime nasıl verebilirim?”
….
“Ansızın gözümün önüne fotoğraflar diziliyor, başka bir dilde konuşuyor o fotoğraflardaki insanlar. Ben de oradayım ama sadece bir oyuncu gibi. Ait değilim o karelere ama oradayım. Sanki bir boşluğu doldurmak için kiralanmış bir figüran… bu anıları daha sonra hatırlamaya çalıştığımda ise her seferinde biraz farklı hatırlıyorum. Sonra hangisi gerçek, hangisini ben uydurdum, hangisinin sonu mutlu diye seçip ayıramıyorum.”
…
İnsan, unuttuklarını hatırladığında bu hayatta niye var olduğunu anlamaya başlıyor. Aslında bağlıyız hepimiz birbirimize; bazen bir cümleyle, bazen tek bir anahtarla…
“UNUTTUĞUN HER ŞEYİ HATIRLAMAK GİBİ”’yi okumaya başladığınızda, yaşama dair sıradan öyküler diye düşünüyorsunuz ama ilerledikçe olaylar ve örgüler sizi alıp başka bir dünyaya götürüyor. Zaman zaman girdabın içinde kaybolmaya yüz tutsanız da size beyaz taşlar ve ışık yol gösteriyor, kılavuzluk yapıyor. Yaşama başlamak mı? Yaşamın sonu mu?
Dilek Işık’ın yirmi bir öyküden oluşan ve FAVORİ Yayınları aracılığıyla okuyucuyla buluşan kitabı “UNUTTUĞUN HER ŞEYİ HATIRLAMAK GİBİ” ‘Unuttuğun Her Şeyi Hatırlamak’ diye de adlandırılabilirdi. Bebeğinin doğum sırasında ölmesiyle, çocukluğuna giden belki de onu çocukluğunda yaşatmaya çalışan bir annenin çocukluğundan hatırladığı kesitler, hatta yazarın yaşadığı çocukluğu da diyebiliriz. Elbette iç dünyasını bilemeyiz ama hatırlananların dışında, koca bir dünya ve yüz yıllık yaşanmışlık ve yalnızlık var gibi…
Hatırlama (Ankara) öyküsünü bire bir yaşadığını da düşünmekteyim!
Çocuk belleğinde sakladıkları, acıları, korkuları ve kendi dünyasında yarattığı çocuk aklını çok çok zorlayan bilinçli davranışlarıyla sizi adeta büyülüyor. Kendisinden çok büyük olan Cahit’in kendi inandıklarının etkisi altına almaya çalıştığında, “Cahit’e Allah bu kadar güçleri olan birisi ise neden hepimizi günahsız yapmıyor ki?” Diye sormuştum. “O zaman hiç hiçbirimiz yanmayız. Tekme de atmayız birbirimize. Saklambaç oynarken ebeye birbirimizin yerini de ispiyonlamayız. Hem herkes ders çalışır hepimiz birinci oluruz. Neden bunu yapmıyor peki? Cahit’in o günkü çaresizliğini, bana verecek cevap bulamadığı halini ömrüm boyunca unutamayacağım.” Derken haklının ve doğrunun gücünü de aynı zamanda ortaya koyuyor.”
Dilek Işık gerek özel yaşamında, gerekse kalemini kullanmada yaratıcı, üretici ve cesur. Nazım Usta’nın dediği gibi “Arılar gibi hünerli, hafif/sütlü memeler gibi yüklü/tabiat gibi cesur/ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin altında gizleyen elleriniz.” Elleri ve yüreği. Daha önce SEFER isimli şiir kitabında da aynı tadı almıştım. “UNUTTUĞUN HER ŞEYİ HATIRLAMAK GİBİ” isimli öykü kitabını da zevkle okudum. Ne kadar öykü kitabı diye adlandırsam da öykülerden oluşan bir kesit yaşamdan. “UNUTMANI DİLERİM UNUTABİLMEK İÇİN” Öyküsün ile bitirelim yazımızı. Kalemin gür ve özgür yolun açık olsun Dilek Işık…
UNUTMANI DİLERİM UNUTABİLMEK İÇİN
Annem on dört babamsa on altı yaşında.
Mezarlıktaki evin başında annem ve babamla birlikte bekliyorduk. Ziya ile Esma’nın beni korkutmak için çıkardıkları tepenin altıydı burası. Bir elimde annemin bir elimde babamın eli. İkisini birlikte kaybolduğum tepeye doğru çıkarmaya başladım. Annem on dört babamsa on altı yaşındaydı. Yavaş yavaş yürüdüm ve onlara tembih ettim, “Beyaz kayaları gördüğümüzde o kayaları takip edeceğiz…”
Annem kendince şarkı söylüyor, babamsa dikkatlice etrafı izliyordu. Annem on dört babamsa on altı yaşındaydı.
Ben niye bu yolculuğa çıktığımızı bilmiyordum. Yavaş yavaş, bir anneme bir babama bakarak beyaz taşları aramak için yukarı doğru tırmanıyorduk. Ağaçların arasına daldığımız vakit beyaz kayaları görmeye başladık. İlk beyaz kayanın arkasında, yaklaşık on metre kadar sonra ikinci beyaz kaya, onun on metre yukarısında üçüncü beyaz kaya, onun on metre yukarısında dördüncü beyaz kaya…
İyice yukarıya çıktığımızda, köy gözden kaybolduğunda, babam büyümeye başladı. Babam yaşlanmaya başladı. Saçları beyazlaştı, gözlerinin altında torbalar, sırtında kambur… Annemse hâlâ on dört yaşında… Babam hüzünle döndü bana, bıraktı elimi, anneme baktı, yaklaştı, tuttu elini. Annemle babamı hiç el ele görmemiştim.
Biraz daha ileriye baktığım zaman üç katırlı, bir de beyaz eşekli dört adam gördüm. Halis Ağa, Mustafa Ağa, Ziya Ağa, Hayrullah Ağa ve çocukluğumdan beri beni yalnız bırakmayan, kanıma girip kızımı sarmalayan ışık bizi bekliyordu. Babam arkaya dönüp bana son bir kez baktı. Sırtımdaki kaysı ağacı sopası yaraları sızladı. Annem hâlâ şarkı söylüyordu. Annem hâlâ on dört yaşında… Annem, karşısındaki adamları görünce hiç korkmadı, hatta babamın elini bırakıp onlara doğru koştu… Işığa sarıldı. İkisi hemen ormanın derinliklerinde koşuşturarak uzaklaşmaya başladılar. Yıllar süren hasreti bitmişti annemin. İlk kez tamamlanmış gördüm annemi. İlk kez bir masal, bir rüya mutlu sonla bitmişti…
Babam daha da yaşlandı, bir kez daha arkaya baktı. Gözleri seçilmiyordu artık…”