Değerli okuyanlarım; bugüne kadar köşemde şair arkadaşlarımı konuk ettim. Birlikte yoldaşlık ettik. Geçmiş yazılarıma göz atarken öykü yazarı dostlarımın eksikliğini hissettim öyle ya, köşemin adı “sanata ve insana dair” olduğuna göre her dalda sanata, sanatçıya yer vermem gerekir diye düşündüm. Bu hafta konuğum çok değerli arkadaşım dostum yazar Hatice Günday Şahman ve kitabı “KIRMIZI ETEK”. Hatice Günday Şahman’ın ilk öykü kitabı. Umut ediyor ve diliyorum ki başka kitapları da yayınlanacak ve zevkle okuyacağız.
Hatice Günday Şahman, 1969 yılında Ankara da doğdu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümü mezunu. Kırmızı Etek isimli öykü kitabı Ayizi Yayınları (2017) tarafından yayınlandı. Öyküleri, yazar söyleşileri ve kitap inceleme yazıları Dünyanın Öyküsü, Lacivert, İletişim Yayınları Edebiyat Takvimi, Deliler Teknesi, Ekin Sanat, Karahindiba, Edebiyatist, Hece Öykü, Edebiyat Nöbeti, Tükenmez ile internet üzerinden yayın yapan edebiyat dergilerinde yayınlandı. Ayrıca Telgrafın Tellerine Artık Kuşlar Konmuyor, Soma Ölüm Vardiyası 2 de, Son Gemi, Hayata Tutunma Öyküleri, Acilin Öyküsü seçkilerinde öyküleri yayınlandı. 5. Sarıyer Edebiyat Günleri Öykü yarışmasında, “Ahtapot” isimli öyküsü birinciliğe layık görüldü.
Şimdi de Hatice Günday Şahman’ın kendi kaleminden yazmaya başlama öyküsünü okuyalım.
Yıllar içinde zihnimde, yüreğimde biriktirdiklerim, tanık olduğum anlar, “bize emanet edilmiş yaşamlar” süzülerek geldiler, bir gün yazarım diye aldığım küçük notlar bir potada eriyerek, dağılıp, çözülerek, birleşerek öykülere dönüştüler. Yazarken hepimizin bir meselesi var. Canımızı yakan, bizi tırmalayan, kabuk bağlayamayan yaralarımız var ve bunlardan yola çıkıyoruz. Aynı öykü içinde ya da benzer temalı farklı öykülerde, herkesin kendi bakış açısıyla son derece haklı, bir o kadar da haksız olabileceği durumları, yaşam prizmasında farklı bakış açılarıyla kurgulamaya çalıştım. Toplum hepimizi, kadın olsun, erkek olsun, çocuk olsun birtakım kalıpların içine hapsederken, hepimiz yaralanıyoruz, hepimiz yaralıyoruz bilerek ya da bilmeyerek. Benim için farkındalık yaratmak önemli. Okurun kendisini, tecavüze uğrayan bir kız ya da annesi yerine koydurabilmek, ben olsam ne yapardım diye düşündürmek, annesiyle/babasıyla/çocuğuyla ilişkisi hakkında, ötekileştirdiklerimiz ve önyargılarımız hakkında düşündürmek. Yanınızdakinin, karşınızdakinin ayakkabısıyla yürümek yaşam yolunda. Maskeler, perdeler, örtüler altında sakladıklarımız, karanlıklarda yaşananlar. Bütün bunlar hakkında, kendimiz ve ilişkilerimiz üzerine düşündürmek istedim. Yaşadığımız coğrafya ve dönem, bir bakıma yazarın çağına tanıklık etmesi, toplumun vicdanı olması gibi sorumluluk da getiriyor. Birey-toplum-yaşam diyalektiği temelinde kurguladığım metinlerde, edebi estetikten ödün vermeden, toplumsal gerçeklerimizi, insan yaşamının ayrıntıları üzerinden vermeye çalıştım.
Öykülerin geçtiği mekânlar atmosferi oluşturmada, okura duyguyu geçirmede önemli bir unsur. Öykülerimin bazılarında mekân olarak başkentin parkları, sokakları, tiyatro salonları, mahalleleri var. Bu mekânların bazılarını açıkça yazıyorum, bazılarını ise Ankaralıların anlatabileceği/anlayabileceği şekilde Sakarya Caddesi, Yüksel Caddesi, Ankara Garı demeden oraları imliyorum. Doğma büyüme bir Ankaralı olarak, Ankara beni ve öykülerimi şekillendirdi, kalemimi yönlendirdi ve pek çok öyküye görünmez bir karakter olarak sızdı.
Yazmak ve okumak farklı hikâyeler üzerinden kendini, insani durumları, yaşamı görmek, anlamlandırmak. Ve bence en önemlisi yaşama tutunmak için güçlü bir bağ. Biliyorsunuz Ankara’da son yıllarda yaşanılan terör saldırılarından çok etkilendik, çok canımız yandı, neredeyse şehir merkezine gitmekten çekindiğimiz zamanlar oldu. Gitmeli buralardan dediğimiz zamanlar. Ama bu mümkün değil ki. Terör, şiddet, doğal afetler, salgınlar tüm dünyada yaşanıyor. Bunlarla ve bunlara rağmen yaşamak zorundayız. İşte bu noktada okumanın ve yazmanın iyileştirici gücüne, sözcüklerden yansıyan umuda ve dirence daha sıkı sarılmalıyız.
Sevgili Günday Şanman ve “KIRMIZI ETEK” hakkında o kadar çok yorumlar var ki tamamını köşemize almamıza olanak yoktu. A. Nevin Yıldız’ın ve Seyhan Can’ın yorumlarını hoşgörülerine sığınarak köşemize taşıdık.
A. Nevin Yıldız’ın yorumu;
Kırmızı Etek, politik doğruculuğa düşmeden, cesur ve yalın bir anlatım dili kuruyor. Dahası, yaş, cinsellik, cinsel yönelim, kadına yönelik şiddet, anne kız çatışması gibi mevzuları ahlakçı bir konum almadan öyküleştiriyor. Türkiye’nin politik geçmişinde yaşanmış ve bugününü belirleyen travmaları gündelik, insani olandan, yani yaşamın sıradanlığından okuyor. Her iki okuma türü de insani olanı anlama çabasını içeriyor. Kitapta Türkiye’nin siyasi tarihi, gündelik yaşam pratikleri dahası gazetelerin üçüncü sayfalarını dolduran ve üzerinden kolayca adi vaka diye geçilen politik mevzularıyla yüzleşiyoruz. Yazarın konu seçiminde olduğu gibi yazım dilinde de aldığı gazetecilik eğitiminin izlerini görebiliyoruz. Birbirinden derin ve ağır mevzuları konuşur gibi, tane tane ve olabildiğince yalın bir dille anlatıyor. Üslubundaki serin kanlılık, okuyucuya da bulaşıyor, zira bu dil bize hiçbir şeyin göründüğü kadar basit veya hissettiğimiz kadar karmaşık olmadığını hatırlatıyor.
Gezi olaylarından esinlenerek yazdığı “Bayrak Yarışı” gibi 10 Ekim Barış Mitingi’ni anlattığı “Halay”da da anlatısını gündelik olanın, insani olanın sıradanlığından hareketle kuruyor. Kurduğu bu anlatı ile esasında ‘politik’ olanın özel olanı nasıl yaraladığını hatırlatıyor. Kadına yönelik şiddetin türlü veçhelerini, anne kız çatışmasını, ya da cinsel yönelim meselelerini ele alırken mağdur ve fail arasındaki ilişkinin birden fazla yüzü olduğu hissini, tarafları yargılamadan incelikli bir biçimde aktarıyor okuyucuya. Her şeyin iki yüzünün olduğunu, tabu sayılan, konuşulmayan ya da konuşulacak kadar önemli bulunmayan mevzularda bir bir döküyor ortaya. Bazı öykülerinde kadınların yazılmayan deneyimlerini ete kemiğe büründürüyor, bazılarında yazılamayacak kadar mahrem sayılanları… Dilimleri küçülttükçe yüzleri artıyor olayların, öykülerin katmanları çoğalıyor, inceliyor, inceliyor… Onlar inceldikçe fail ve mağdur arasındaki denge de bozuluyor, suçlu ya da sorumlu olarak işaret edilecek biri ya da birileri kalmıyor geriye.
Kitaba adını veren “Kırmızı Etek” adlı öykü, sınıf, cinsiyet, cinsel yönelim meselelerini bir bir kat ederken, esasında kimsenin kolayca ‘kurban’ olamayacağını da gösteriyor bize. Kurbanı olduğu sistemin yeniden üreticisi olarak varlık gösteren birer aktör olarak sahnede yer alan öykü kahramanı, hiç beklenmedik bir yerde erkek egemen sistemle ilişkileniyor. Yazarın anlama çabası sayesinde hep konuşmayı ihmal ettiğimiz madunun madunla ilişkisiyle karşı karşıya kalıyoruz, perdesiz ve yalın bir biçimde. Durum böyle olunca da farklı deneyimleri, yaslandıkları siyasal ve kültürel bağlamları ile konuşturan diyalojik bir anlatı çıkıyor ortaya.
Seyhan Can’ın ise şu yorumu yapmıştır. On yedi öykünün on altısının kahramanı, çoğu kadın olmak üzere yaralı ve yalnız… Kimi yaşlı. Yaşlı olduğu için de hayatın kenarına alınmış, yedek oyuncu bile değil; yediği içtiği, konuştuğu kontrolde… Kiminin geleceği karartılmış. Kimi, ruhu örselenip derin yaralar almış. Umutlarından, hayallerinden vurgun yemiş genç kadınlar çoğu… Elinizdeki öyküsü bitse de kafanızdaki öyküsü bitmiyor Kırmızı Etek’teki kadınların… “Ahtapot” öyküsünde olduğu gibi… “Bir soru işareti, iki ünlem, bir sıra keşke, bir sıra lanet olsunlu kazaklar, şallar, bereler ören fakat içlerindeki düğümleri çözemeyen”, On yedi öykünün en sonuncusu daha başka bir yer edindi bende. Çünkü bu öyküde umudu, sevgiyi arayış vardı. Bu arayışı yapan da İstifçi Diyojen. Sinoplu Diyojen gibi, elinde lambası yok ama sokaklardan gülüşleri, kahkahaları toplayıp kirpiklerine hapsederek mutluluk dönüştürücülerine götürüyordu. Bu İstifçi Diyojen, diğer öykülerin çoğunda olduğu gibi yine bir kadındı biraz uçuk, biraz sıra dışı ama umutlu… Neşe, umut ve gerçek gülüşlerin avcısı… “Evvelim sen oldun” deyip “Ahirim sen oldun” diyemeyenlerin öykülerinin “Bir Gözümüz Ağlar Bizim” le bitirilmesi gerçekten çok anlamlı geldi bana. Gerçekte de öyle değil midir bir gözümüz ağlasa bile diğerinde yarına, insana, insanlığa dair hep bir umut var.