ŞÜKRAN YEMEĞİ

Ozan diyor ki “Lambada titreyen alev üşüyor…”Köşede duvara yaslanmış, sokaklarda yaşamını sürdüren adam, bu güzel “Mihriban”...

Ozan diyor ki “Lambada titreyen alev üşüyor…”

Köşede duvara yaslanmış, sokaklarda yaşamını sürdüren adam, bu güzel “Mihriban” türküsünü söylüyor.

Yanına yaklaştım; ”Merhaba, ne kadar içten söylüyorsun, çok duygulandım.”

“Benim işim bu ablacığım. Ben duygu adamıydım, bakma Sokakların beni böyle esir aldığına.”

Kadın; “Zamanın varsa şu kafede oturalım mı?”

Kurduğum cümlenin saçmalığını fark ettim hemen. Adam zaten sokakta, zamandan çok neyi olur ki? Evsiz ve zaman sorunu yok.

Pas tutmuş dişlerinin arasında duran sigarasından bir fırt çekti, dumanı öyle savurdu ki; zannedersin dumanı tüten fabrikanın fabrikatörü.

Adamla kafeden içeri girdik bütün başlar, bakışlar bize döndü.

Alımlı bir kadın ve bütün gün sokak başında oturan, hırpani giysileriyle saçı- başı dağılmış bir adam.

İnsanların(!) arasından geçip bir masaya oturduk.

” Ne istersin?”

“Vallahi dün akşamdan beri boğazımdan bir şey geçmedi.”

Gülerek ve alaycı bir tavırla; “Sigara ile karnımı doyurmaya çalışıyorum.” dedi.

Garsonu çağırdım. Yemek olarak ne varsa menüden seçip siparişi verdim. Kendime bir kahve söyledim.

“Türküyü o kadar içten söylüyordunuz ki kayıtsız kalamadım. Bu türküyü bu kadar içten söyleyen birisi boşuna söylemiyordur dedim.”

Adam gözlerini camdan dışarı sabitlemiş benimle göz göze gelmekten çekinir bir vaziyette ne düşünüyor; çözmeye çalışıyorum.

Garson fırtına gibi verdiğim siparişi getirdi, hayretle bir bana bir adam bakıp anlamamış bir yüz ifadesiyle yanımızdan ayrıldı.

Adam nefes almadan yemekleri bir solukta sildi süpürdü.” Şurada bir kadeh köpek öldüren şarap olsaydı…” diye iç çekerek mırıldandı.

“Bak ablam! Benim hikâyemi sana hiç anlatmayım, ben sadece bedenimi gezdiriyorum, kendime türküler söylüyorum. Bazen gelip geçenler birkaç kuruş veriyor ben ya sigaraya da köpek öldüren şarabımı alıyorum.” dedi. Ardından biraz eğilerek, gizli bir şey söylermiş gibi;

“Burada sigara içilmiyor değil mi?” diye sordu. “Hayır” dedim “içilmiyor.”

“İçilseydi kral olurdu.” diyerek eski oturuşuna döndü.

“Bak sana Erzurumlu ozan Sümmani’nin bir dörtlüğünü okuyayım dinle bak!”

Başını pencereye dayadı dışarı bakarak başladı okumaya;

“Olaydım dünyada ikbali yaver

El etsem sevdiğim, acep kim ne der.

Bilmem tecelli mi yoksa ki kader

Beni bir vefasız yara yazmışlar.

Yazanlar Leylayı mecnun kitabın

SÜMMANİ’yi bir kenara yazmışlar.”

Adam pencereye dayadığı başını kaldırmadı. Kafenin sıcaklığı ve karnının doyması ile sanki uykuya dalmıştı.

Uzunca süre uyanıp konuşmasını bekledim. Hala ses seda yok. “Amca! Amca! Uyudun mu?”

Hiç kıpırdanma yok. Başı pencereye dayalı, yüzünü de göremiyorum. Donmuş bir vaziyette kala kaldı sanki.

Ne olduğunu anlayamadım korktum da… Garsonla göz göze geldim, yardım ister gibi baktım.

Garson hemen yanıma geldi ”Ne oldu hanımefendi? Niye yüzünüz öyle bembeyaz oldu?”

“Bilmiyorum, amca yemeğini yedi bana bir şiir okudu; bir kadeh köpek öldüren şarap olsa bir de sigara içsem dedi sonra sustu; uyudu sandım…”

Garson adamın yanına gitti; usulca omzuna dokunup “Amca, amca!” dedi. Amca’nın başı masanın üstüne düştü.

Ben nasıl bağırmışım kendimi kaybetmişim bilmiyorum.

Gözlerimi açtığımda tepemde bir sürü insan… “Ne oldu amca nerede? Bana ne oldu?” dedim.

Garson geldi, gayet soğukkanlı;

” Amca öldü. Son yemeğiymiş ZAVALLININ.”