Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi’nin (DİSK-AR) yayımladığı 2026 Yılı Asgari Ücret Raporu, Türkiye’de milyonlarca çalışanın içinde bulunduğu tabloyu tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Prof. Dr. Aziz Çelik ile DİSK-AR uzmanları Deniz Beyazbulut ve Zeynep Kandaz’ın imzasını taşıyan çalışma, yalnızca rakamları değil, asgari ücret belirleme sürecinin yapısal sorunlarını da mercek altına alıyor.
Bugün ülkede asgari ücret tartışması, adeta bir belirsizlik sarmalı içinde yürütülüyor olması milyonlarca çalışanı derinden etkiliyor. Hükümet, işverenler ve çalışanlar “top çevirirken”, milyonlarca emekçi geçim mücadelesini her geçen gün daha ağır koşullarda sürdürmek zorunda kalıyor. Tam da bu nedenle DİSK-AR’ın raporu, yalnızca teknik bir çalışma değil; sosyal bir alarm niteliği taşıyor.
Raporda en dikkat çekici tespitlerden biri, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun işleyişine yönelik eleştiriler. Sürecin keyfi biçimde yürütüldüğüne işaret edilirken, iki temel unsurun göz ardı edildiği vurgulanıyor: Hane halkı büyüklüğü ve ülke ekonomisindeki büyümenin ücretlere yansıtılması gibi iki temel unsurun “Asgari Ücret Tespit Komisyonu” masasında yer almadığı belirtilerek, “Oysa asgari ücret, tek bir bireyin değil, çoğu zaman bir ailenin tek geçim kaynağı” olduğu ifade ediliyor.
Araştırma, asgari ücretin bir istisna olması gerekirken, Türkiye’de neredeyse “standart ücret” haline geldiğini de gözler önüne seriyor. Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçilerin ortalama ücretlerinin, bu kapsam dışında kalanlara göre yüzde 40 daha yüksek olması tesadüf değil. Rapora göre sorun, asgari ücretin varlığı değil; toplu pazarlık mekanizmasının giderek işlevsizleştirilmesi.
Tarihi veriler ise durumun vahametini daha da netleştiriyor. 1974 yılında brüt asgari ücret, kişi başına düşen milli gelirin yüzde 80,6’sına denk gelirken, bu oran 2025’te yüzde 43,6’ya kadar gerilemiş durumda. 1980’lerde yaşanan sert düşüşten sonra kısmi toparlanmalar görülse de, özellikle son yıllarda asgari ücretliler enflasyon karşısında açık biçimde eziliyor.
Raporda yer alan çarpıcı bir tespit, 2024 ve 2025 yıllarında temmuz ayında ara zam yapılmaması nedeniyle asgari ücretin alım gücünün ciddi biçimde eridiği yönünde. 2025 yılı enflasyonunun yüzde 33,8 seviyesinde gerçekleşmesi halinde, asgari ücretlinin yıllık kaybının 50 bin lirayı aşacağı, aylık kaybın ise 7.471 liraya ulaşacağı belirtiliyor.
Daha da çarpıcı olan ise asgari ücretin açlık ve yoksulluk sınırları karşısındaki durumu. Ekim 2025 itibarıyla net 22.104 TL olan asgari ücret, Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi’nin verilerine göre 26.925 TL’lik açlık sınırının ve 93.135 TL’lik yoksulluk sınırının oldukça altında kalıyor. Son 24 ayda asgari ücret yalnızca 4 ay boyunca açlık sınırının üzerinde seyredebildi.
Rapora göre, asgari ücretli bir çalışan 2005 yılından bu yana tam 22 Cumhuriyet Altını kaybetmiş durumda. Dahası, ülkede çalışanların yaklaşık yarısı asgari ücretle ya da asgari ücrete komşu ücretlerle geçinmeye çalışıyor. Kadın çalışanlar ve kayıt dışı emekçiler açısından tablo daha da karanlık. Bir de ülkemizin kanayan yarası olan “kayıtdışı” çalışanların da durumu raporda ele alınmış. Rapora göre, kayıtdışı çalışanların yarıdan fazlası asgari ücretin altında neredeyse sefalet ücreti denilecek paralara çalışıyor.
Özetle;
Gelişmiş ülkelerde asgari ücretle çalışanların oranı yüzde 10’un altındayken, Türkiye’de bu oranın yüzde 50’lere dayanması, üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir gerçek. Üstelik bu geniş kesime yüzde 30 ya da yüzde 40’lık zamlar yapılsa bile, artan hayat pahalılığı karşısında bunun kalıcı bir çözüm üretmediği artık açıkça görülüyor.
Alım gücünün her geçen gün biraz daha eridiği bir ülkede, “ücret konuşmak için henüz erken” deniyorsa, aslında söylenecek çok fazla söz kalmamış demektir. Çünkü mesele artık rakamların değil, yaşamın kendisinin meselesidir.