Sessizliğin Portresi

Fotoğraf çoğu zaman sesin yokluğudur. Gürültünün çekildiği, kalabalığın dağıldığı, sözün sustuğu yerde başlar. Deklanşöre basıldığı an, dünyadaki bütün sesler geri çekilir; geriye sadece görüntünün ağır sessizliği kalır.

Bir kare, binlerce kelimeden daha çok susar.
Sessizlik, aslında fotoğrafın en güçlü müziğidir. Çünkü fotoğraf, bize işitilmeyen şeyleri gösterir. Bir çocuğun gözlerindeki mahzun bakış… Bir yaşlının ellerinde titreşen vakit… Bir taşın gölgesinde biriken zaman… Hepsi sessizdir. Ama o sessizlik, kalabalık bir çığlık taşır.
Bazen en yüksek ses, en derin sessizlikte gizlidir.
Fotoğrafçı, işte bu sessizliğin tercümanıdır. Deklanşöre dokunurken yalnızca bir kare değil, bir suskunluğu kayda alır. Bu yüzden fotoğraf, gerçekte bakışların dilidir. İnsan, gördüğünü anlatmak için kelimelere muhtaçtır; ama fotoğraf, kelimeleri susturarak anlatır.
Bir kareyi izlediğinizde içinizden geçenleri düşünün. Çoğu zaman konuşmazsınız. İçinizden geçenler bile kelimesizdir. İşte o an, fotoğrafın portresini yaptığı şey sessizliğinizdir.
Bazen sözler yorar. Bazen anlatmak eksiltir. Ama fotoğraf, eksiltmez; suskunluğu büyütür.
Fotoğrafın önünde herkes kendi iç sesini duyar. Kimisi bir kaybı hatırlar, kimisi çocukluğunu, kimisi hiç görmediği bir yüzü. O yüzden fotoğraf, tek başına izleyiciyle kalmayı sever. Çünkü ancak yalnızken sessizlik büyür.
Bir fotoğraf sergisinde yan yana duran onlarca insanın aslında kendi içlerine gömülerek sustuğunu fark ettiniz mi hiç? Salon kalabalıktır, ama aslında derin bir sessizlik vardır. İşte bu, fotoğrafın kurduğu görünmez dünyadır.
Sessizlik, insanı kendi içine çağırır.
Fotoğrafı çekmek kadar izlemek de bir tür içe dönüş yolculuğudur. Objektife bakan göz, aslında kendi portresini çizmez; izleyenin içindeki portreyi uyandırır. Fotoğrafın büyüsü buradadır: Dışarıyı gösterirken, içeriye dokunur.
Her fotoğraf bir sorudur. “Baktığında ne görüyorsun?” diye sorar. Cevap sessizliktir.
Ve o sessizlik, belki de en samimi cevaptır.
Bir fotoğrafçı için en kıymetli an, karşısındaki insanın bakışlarında sessizliğin derinleştiği andır. Dudaklar konuşmaz, eller kıpırdamaz, ama gözler konuşur. İşte o gözlerin portresini çekmek, aslında sessizliğin portresini çekmektir.
Çünkü bakış, kelimelerin yapamadığını yapar.
Hayatımızda hep bir gürültü vardır. Şehirlerin uğultusu, haberlerin telaşı, gündelik koşuşturma… Ama fotoğraf, o gürültünün içinde bir boşluk açar. Tıpkı gece karanlığında bir mum ışığı gibi… O boşluğun içinde sessizliğin kıymeti anlaşılır.
Sessizliği duymak, aslında insanın kendini duymasıdır.
Bir kareye bakarken, izleyici kendi sessizliğini işitir. Belki içindeki acıyı, belki özlemi, belki huzuru… O yüzden her fotoğraf kişisel bir portredir aslında.
Görüntü aynı kalsa da sessizlik herkeste başka yankılanır.
Fotoğraf, en çok da hatırlamak içindir. Ama hatırlamak dediğimiz şey, kelimelerle olmaz. Bir yüzü, bir sokak lambasını, bir çocukluğun anısını hatırladığınızda aslında sessizlikle hatırlarsınız. İç sesiniz konuşur, dudaklarınız değil.
Sessizlik hafızanın dili, fotoğraf da onun aynasıdır.
Bir gün kalabalığın ortasında yorulduğunuzda, kendinize küçük bir fotoğraf açın. Bakın. Sessizce. Fark edeceksiniz: O kare sizi gürültüden kurtaracak. Çünkü fotoğraf, bize sessizliğin de bir portresi olabileceğini hatırlatır.
Ve belki de en doğru söz şudur:
“Fotoğraf, konuşan bakışların değil, susan kalplerin portresidir.”