Sadelik

Bugün bir fotoğrafa baktım.
Ne renk fazlaydı, ne gölge… Her şey olması gerektiği kadar vardı. O an anladım ki, sadelik sadece bir tercih değil; bazen ruhun kendini savunma biçimidir. Gürültünün, kalabalığın, parıltının içinde insan, bir yerlerde sade kalabilmeyi unutur. Oysa fotoğraf, bize bunu hatırlatır: az, çoğu anlatabilir.
Bir fotoğraf ne kadar yalınsa, o kadar samimidir. Çünkü fazlalıklar sustuğunda, geriye yalnızca hakikat kalır. Işığın nereye değeceğini bilen bir göz, hangi gölgenin sessiz kalması gerektiğini de bilir. Sadelik, bir tür farkındalıktır; hem kadrajın hem de kalbin dengede kalma hâlidir.
Bir fotoğrafı sadeleştirmek, aslında onu daha anlamlı hâle getirmektir. Çünkü sade olan, dikkat ister. Kalabalıkta gizleneni değil, özdeki sessizliği görmeyi öğretir.


Hayat da fotoğraf gibidir. Fazla olan her şey bir gün yorulur. Fazla konuşmak, fazla düşünmek, fazla istemek… İnsan bir noktada nefessiz kalır. Oysa sade yaşamak, nefesin ritmini yeniden duymaktır. Hayatın kargaşasında en çok kaybolan şey, aslında insanın kendi iç sesidir. Ve o sesi duymanın yolu, sadeleşmekten geçer.


Kimi zaman bir manzara karşısında makineyi indirir, sadece bakarsın. Çünkü hiçbir teknik, o anın içtenliğini taşıyamaz. Sadelik, o farkındalık anıdır işte. Ne daha fazlasını istersin, ne de eksik hissedersin. Gözün, kalbinle eşitlenir.
Bir kareyi sade tutmak cesaret ister. Çünkü az göstermek, çok anlatmaktır. Fazla olanı gizlemek, duyguyu çıplak bırakmaktır. Bu yüzden sade bir fotoğraf, seyredilmekten çok hissedilir.


Zamanla anlıyorsun ki, sadelik bir estetik değil, bir karakterdir. Renklerin gösterişinden, sözcüklerin yükünden, bakışların karmaşasından arınmak bir olgunluk hâlidir. Sade bir insan, kendini anlatma telaşında değildir; çünkü zaten anlaşılmamanın huzurunu taşır.
Belki de sadeleşmek, dünyanın karmaşasına “ben buradayım” demenin en dingin yoludur.
Fotoğraf bana bunu öğretti: Her şey görünmek zorunda değildir.
Kimi duygular, kadrajın dışındaki boşlukta yaşar. Kimi anlamlar, sessizliğin içinde büyür. Fazlalıkları attıkça, fotoğrafın özü belirir; tıpkı insanın kendi özünü bulduğu gibi.


Bazen bir ışık yeter, bir çizgi, bir bakış... Geri kalan her şey, yalnızca dikkat dağıtıcı bir gürültüdür.
Belki de hayatın güzelliği, kusursuzluğunda değil; sadeliğinde gizlidir.
Çünkü sade olan, hakiki olandır.
Sade olan, gürültüye rağmen kendi sesini koruyabilendir.
Sade olan, azla da çoğu hissedebilendir.
Ve belki de en güzel kare, içinde sadece ruhumuzun sesi duyulandır.
Ne eksik, ne fazla...
Olduğu gibi.