Ayrıntılarına girmeden önce kapaktan söyleyeyim; Karaktersiz, içinde ne olduğunu yansıtmayan, silik, kişiliksiz bir yapı olmuş İstanbul Modern. Kendisinden büyük şeyler beklenen Renzo Piano böylesi bir ürünle, son dönem bütün yapılarına yansıyan su tutkusunun suyunu çıkarmış İstanbul Modern’de. Masal şöyle başlamış. Evvel zaman içinde pireler tellal iken kariyerinin başında iki genç mimar uluslararası yarışma kazanarak Paris’in göbeğinde , tasarlaması kadar kabul ettirilmesi zor, bir ilke imza atarak, bütün tabuları yıkarlar.1977’de Paris’in simgesi, yaşamının büyük parçası tarihi Hal Binaları’nı yıkıp yerine, Renzo Piano ve Richard Rogers’ın bir tür ‘gelişen mekânsal diyagram’ olarak tasarladıkları uçuk kaçık, estetik bir yaklaşımla teknolojiyi kullanarak klasik geçmişi reddeden, Mimaride namusluluk / Ekspresyonizm olarak betimlenen dışavurumcu mimarlığın baş eseri “Centre Georges Pompidou/Renzo&Piano binasında” tesisat ve havalandırma kanallarının rengarenk boyayarak açıktan örtü gibi müze serbest mekanının üstüne geçirerek Pompidou Kültür Merkezi’ni yaptılar. Entelektüel ortamda çok tartışıldı ama o gün bugün Paris’in simgelerinden biri bu bina.
Gel zaman git zaman ikili ayrı yönlerde çok başarı farklı ortaklıklar ve projeler yapmışlar. Mimarlığın Pritzker dahil bütün ödüllerini toplamış Yale mezunu Richard Rogers 2021’de 88 yaşında bizlere ömür olmuş. Meğerse yaratıcılık karameti rahmetli deymiş..
2014’te Eczacıbaşı Grubu her nedense, yarışmaya filan gerek görmeden henüz daha yeni bina olan İstanbul Modern’i yıkıp daha ikon bir bina yapma işini Paris’in tarihi Le Marais bölgesinde bulunan çağdaş sanat müzesi Centre Pompidou ile dünyaya adını duyurmuş olan, en son işi 2017’de Santander İspanya’da Centro Botin binası olan 85 yaşında ki Renzo Piano’ya vermiş…Peki ne olmuş dersiniz…
YAPAMAMIŞ.
Kentin tarihi birikimine vurgu yapan, suyun bir kenti güzelleştiren bir unsur olduğunu vurgulayan İstanbul’un her tarafında karşınıza suyun çıktığını belirten İtalyan mimar, bunun bir sonsuzluk ve yansıma etkisi sağladığını da hatırlatarak, drone bakışı için olsa gerek, çatıyı komple üstünde yürünebilir yansıma havuz yaparak İŞİN SUYUNU ÇIKARMIŞ. Önceki yapıyla ebat olarak yeni binanın büyük benzerlikler taşıdığını söyleyen Renzo Piano, sözümona erişilebilir ve şeffaf bir yapının ortaya çıkarılmasını hedeflemiş. Cenova ile İstanbul’un güçlü tarihi bağlara sahip olduğunu vurgulayan Piano “Bu bina Boğaz’ın sularından henüz su üstüne sıçramış bir deniz canlısı gibi. Yerçekimine meydan okuyarak yerden yükselen, böylece bir tarafındaki deniz manzarası ile diğer tarafındaki park ve tarihi Orta Çağ’a dayanan Galata bölgesi arasında şeffaflığıyla ilişki kuran bir bina, bakışı engelleyen hiçbir şeyin olmadığı, adeta havada asılı duran bir mekân tasarlayarak çoklu düzlemler oluşturduk. Projeye böylece güçlü bir nitelik daha kazandırmayı önemsedik” diyor ama bütün söyledikleri LAFTA KALMIŞ
Mimar Renzo Piano, kendi imzasını taşıyan İstanbul Modern’in terasındaki havuzda poz verdi.
“Zemin katta, bir ormandaki ağaç gövdeleri gibi derinlik hissi veren kolonlar koyarak yukarıya doğru birinci, ikinci katlara ve son olarak terasa çıkıyoruz, burada güneye bakınca Boğaziçi’nin sularıyla bütünleşen su havuzuna ve ışığın tanımladığı sonsuzluğa ulaşıyoruz. Kuzeyde ise park ve kent var. Burada kentin tüm bileşenleri bir araya geliyor. Kent de tam olarak budur: Birbiri ardına sıralanan binalar, sokaklar ve birbirine bağlanan mekânların oluşturduğu bütünlük, çoklu düzlemler yaratan bir panorama.” diyor. Yani ORTADA YENİ BİR İKON YAPI YOK.. Richard Rogers yok yanında ondan mıdır? Yoksa Üstadın raf ömrü bitmiştir ondan mıdır? Bilemem ama sokak ağzıyla söyleyeyim…Piyanosu gitmiş ranzası kalmış muhteremin.
Renzo Piano tasarım ilkelerini anlatırken gerçekten bir Ucuz Roman/Pulp Fiction yazmış; İstanbul’un önemli unsuru olan suyu çatıya taşımışmış, zeminde ağacı ansıtan kolonlar yaparak doğayı yapının içine almışmış…Bla bla bla. Kot farkı nedeniyle herhangi bir görüntü yansıtması mümkün olmayan 3cm derinlikli bir su tepsisini!, yapım ve yalıtım zorluk ve maliyetini görmezden gelerek, yapının çatısına yerleştirerek “Boğaziçi’nin sularıyla bütünleşen sonsuzluğa ulaşma iddiasının altı boş. Örneğin ODTÜ Mimarlık Fakültesinde biz ‘basic design 101’de’ böyle bir sav ortaya sürsek mesela Serim Denel hocamız üstümüze güler, Orhan Özgüner ‘good for you’ der D’yi basardı. Frank Gehry’nin Bilbao Guggenhiem Müzesinde’ yaptığı titanyum yelkenler, Louvre’un ortasına konulan cam piramit gibi tarihi eski dokuyla tezat teşkil eden şok edici , asırlar boyu kendinden bahsettirecek ikon olacak, heykelsi yapıt yapma fırsatı kaçmış. Yazık olmuş.. Sadece bizim martıların canlı enstalasyon yaptığı çatıdaki, hiçbir şeyi yansıtmayan yansıma havuzunun dışında üstüne konuşulacak karakteri olmayan antrasit/sıçan kuyruğu renkli, karamsar bir yapı çıkmış ortaya. Dağ fare doğurmuş. Rahmetli Dündar Elbruz hocanın jüride piyanistin evini piyano şeklinde çizmiş öğrenciye ‘Kızım iyi ki sünnetçi evi dememişiz kim bilir sen ne yapardın?’ diye takılması kadar abartılı olmasa da Frank Lloyd Wright’ın ‘form follows function /biçim işlevi takip eder’ savını yansıtması özellikle böylesi simge yapıda ön koşul olmalıydı. Müzeye mi yoksa asık suratlı Nafıa Vekaleti Hizmet Binasına mı geldik? anlaşılmıyor. Galata Port yapısal abur cuburu arasında kaybolup gitmiş yapı. Öyle ki Kız Kulesini ‘Kız Kalesine’ çeviren restorasyona bile laf edemez oldum…