Renkler Bize Ne Söyler?

Merhaba sevgili okurlarım.
Gel gelelim hayatın, fotoğrafın belki de en çok göz ardı edilen ama en güçlü tarafına… renklere.
Hiç düşündünüz mü; bir fotoğrafa baktığınızda sizi durduran şey gerçekten kadraj mı, yoksa o kadrajın içinde sessizce konuşan renkler mi?
Renkler bize ne söyler, biz onları gerçekten duyar mıyız?
Renkler susmaz.
Biz sustuğumuzu sanırken bile onlar konuşur.
Bazen bir duvarın tonunda, bazen bir yüzün arka planında, bazen de farkına bile varmadan seçtiğimiz bir gölgede kendini ele verirler. Fotoğrafa baktığımızda gördüğümüz şey çoğu zaman bir nesne değildir; bir ruh hâlidir. Çünkü renk, gözle ilgili değil, kalple ilgilidir.
Siyah mesela…
Çoğu kişi için yokluktur, karanlıktır, kapanıştır. Oysa siyah, saklamayı bilen bir renktir. Her şeyi içine alır ama hiçbirini hemen teslim etmez. Fotoğrafta siyah kullanan biri, bağırmak istemiyordur. Sustuklarını taşır. Yasla cesaret arasında ince bir çizgidir siyah. Kimi zaman bir vedadır, kimi zaman ayakta kalma biçimi. Siyah, “buradayım” demez; “dayanıyorum” der.
Beyaz ise masum değildir.
Beyaz her şeyi ortaya çıkarır. En küçük lekede, en ufak hatada kendini belli eder. Bu yüzden beyaz, yüzleşmenin rengidir. Işıkla birlikte gelir ama affediciliği yoktur. Fotoğrafta beyaz kullanmak, gizlenmeye cesaret edememektir. Beyaz, insanı kendisiyle baş başa bırakır. Ne varsa gösterir. Fazlası göz alır, azı eksik kalır. Beyaz denge ister; tıpkı insan gibi.
Kırmızı…
En yanlış anlaşılan renktir belki de. Hep aşkla, tutkuyla anlatılır. Oysa kırmızı, önce uyarır. Kalp atışını hızlandırır, nefesi sıklaştırır. Tehlikeyi de anlatır, aceleyi de. Fotoğrafta kırmızı varsa, orada bir huzursuzluk ihtimali dolaşır. Kırmızı güvenli değildir ama gerçektir. İnsan kırmızıya bakarken rahat edemez; çünkü kırmızı, görmezden gelinen duyguları yüzeye çıkarır. Kan gibi… saklanmaz.
Maviye gelince…
Huzur denir, dinginlik denir. Ama mavi çoğu zaman mesafedir. Gökyüzüyle aramızdaki o erişilmezlik hissi. Denizle aramızdaki derinlik. Mavi, sakin değil; uzaktır. Fotoğrafta mavi baskınsa, orada bir yalnızlık ihtimali dolaşır. Sessiz bir bekleyiş vardır. Mavi, “buradayım” demez; “uzaktayım” der. Ve bazen bu mesafe, insana en çok iyi gelen şeydir.
Sarı…
Neşe sanılır ama dikkat ister. Sarı uyarır. Işıkla birlikte gelir ama ölçüsüzse rahatsız eder. Uzun süre bakamazsınız. Fotoğrafta sarı varsa, orada bir telaş gizlidir. Bir şeyler olacak hissi. Sarı acele ettirir. O yüzden çocuklukla da ilişkilidir; saf ama sabırsızdır.
Yeşil ise…
İyileşmenin rengidir. Ama bu bir doğa romantizmi değildir. Yeşil, insanın kendine geri dönme ihtiyacını anlatır. Yorulmuş bir zihnin mola isteğidir. Fotoğrafta yeşil baskınsa, orada bir durulma arzusu vardır. Yeşil bağırmaz, çağırmaz. Bekler. Sabırlıdır.
Aslında mesele renkleri seçmek değildir.
Renkler bizi seçer.
İçimizde ne varsa, fotoğrafa o sızar.
Fotoğraf biraz da şudur:
Kendi iç rengimizi dışarıda aramak.
Ve belki en doğru soru şudur:
Bir fotoğrafta rengi mi seviyoruz,
yoksa o rengin bizde açtığı eski bir yarayı mı?