Öğretmenim, Ellerinizden Öpüyorum

Her yıl 24 Kasım’da Öğretmenler Günü’nü kutluyoruz. Fakat çoğu zaman bu kutlamanın ardında yatan tarihi kökleri, anlamı ve sorumluluğu unutuyoruz. Oysa 24 Kasım, yalnızca bir takvim günü değil; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Millet Mektepleri Başöğretmenliği”ni kabul ettiği, Cumhuriyet’in eğitim vizyonunun resmiyet kazandığı gündür. 1928’de yayımlanan talimatname ile Atatürk’e verilen “Başöğretmen” unvanı, bu topraklarda eğitimin devlet politikası olarak ele alınmasının en güçlü sembolüdür.
Dünyada UNESCO tavsiyesiyle 5 Ekim pek çok ülkede Öğretmenler Günü kabul edilmiş durumda. Kısacası tarihin yüklediği anlam büyük; ancak bugün öğretmenlerimizin omuzlarına binen yük tarihten de büyük.
Bugün eğitim sistemimiz, görünmez ama derin bir ayrışmanın gölgesinde: Kadrolu, sözleşmeli ve ücretli öğretmenler olarak üç ayrı statüde eğitim ordusuna katılan öğretmenlerimizin durumları hiçte iç açıcı değil.
Kâğıt üzerinde üç farklı istihdam biçimi olarak görünen bu yapı, gerçekte üç farklı hayat şartı, üç farklı gelecek endişesi anlamına geliyor. En kırılgan durumda olanlar ise hiç şüphesiz ücretli öğretmenler olurken bunu sözleşmeli öğretmenler takip ediyor.
Son atamalarla birlikte ücretli öğretmen sayısı ülke genelinde yüz bine dayandı. Bu rakam yalnızca bir istatistik değil; eğitim sistemimizin üzerine oturduğu dengesiz zeminin göstergesi.
Mezuniyet dağılımına baktığımızda tablo daha da çarpıcı. Eğitim fakültesi mezunlarının yanında lisans ve hatta ön lisans mezunlarının aynı sorumluluğu üstlendiğini görüyoruz. İstanbul’da görev yapan 25 bini aşkın ücretli öğretmenin 4 binden fazlası ön lisans mezunu. Özellikle özel uzmanlık gerektiren zihinsel, görme ve işitme engelliler alanlarında ön lisans mezunu öğretmenlerin görevlendirilmesi, eğitimde niteliğin nasıl aşındığının somut bir göstergesi.
Bu insanlar bir ihtiyaç sonucu görev yapıyor; ama tatil günlerinde sigortası kesilen, çalışmadıkları gün “işsiz” sayılan, emeğinin karşılığını alamayan bir düzenin içinde var olmaya çalışıyorlar. Ücretli öğretmenliğin bu nedenle “modern kölelik” olarak nitelendirilmesi abartı değil, acı bir gerçeğin ifadesidir.
Özel okullarda sözleşmeli çalışan öğretmenlerin durumu da farklı değil.
Hak arayan kapının önüne konuyor, mesleki güvence yok, ücretler yıldan yıla eriyor.
Bu yıl itibarıyla resmî verilere göre 78 ilde 86 bini aşkın sözleşmeli öğretmen görev yapıyor. Eğitim fakültesi mezunu olmayanların sayısının eğitim fakültesi mezunlarını geçmesi ise başka bir tartışmanın kapısını aralıyor:
Atatürk’ün de işaret ettiği gibi bu ülkeyi mademki çocuklarımıza ve gençlerimize emanet edeceğiz, o halde onların eğitimine de ayrı bir önem vermeliyiz. “Gelecek gençlerin, gençler ise öğretmenlerin eseridir” diyorsa, o eseri yaratacak kadronun bugün içine çekildiği bu tabloyu görmezden gelmemeliyiz.
Atanamayan öğretmenlerin geçinebilmek için kendi meslekleri dışında işlerde çalışmak zorunda kalması, yalnızca bireysel bir dram değil; ülke adına utanç verici bir durumdur.
Öğretmenlik, toplumun temel direği olan bir meslektir. Buna rağmen öğretmenler arasında ekonomik, statüsel ve çalışma koşulları bakımından bu kadar keskin bir ayrım yaratılması, akıl ve vicdanla açıklanabilecek bir uygulama olamaz.
Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözü, öğretmene verilen değerin tarihsel ölçüsünü anlatırken; biz bugün öğretmenlerimizi açlık sınırının altındaki ücretlerle yaşamaya mahkûm ediyoruz.
Özetle;
Bu ülkenin çocukları, ehil, liyakatli ve mesleğini onuruyla yapan öğretmenlerin elinde yetişmeyi hak ediyor. Bunun yolu da ücretli ve sözleşmeli öğretmenlik uygulamalarının yeniden ele alınmasından geçiyor.
Evet, bugün Öğretmenler Günü. Biz ise eğitim sisteminin sorunları, yoksullukla boğuşan öğrenciler ve hak ettiği değeri bulamayan öğretmenlerle birlikte bugünü kutlamaya çalışıyoruz.
Bütün fedakârlığına rağmen ayakta kalmaya çalışan tüm öğretmenlerimin ellerinden saygıyla öpüyorum.