ÖĞRETMEN…

Öğretmenle ilk kez 1950’li yılların başlarında, Rize’nin Pazar İlçesinin Başköy isimli köyünde tanıştım. Çünkü, doğduğum Apso (Suçatı) köyünde okul yoktu. Dayım İsmet Sümer,  okuma ve yazmaya ilişkin ilgimi görmüş olacak ki beni babama haber vermeden en yakın yerleşim yeri olan Başköy İlkokuluna götürdü.

Ellerim dayımın ellerinde okulun kapısına geldik. Bir de ne göreyim. Babam Tahsin Sümer, okulun kapısını onarıyor, hem de gönüllü olarak. 9 kardeşin en büyüğü, Fatma-Tahsin Sümer’in ilk çocukları olarak, Başköy’e attığım küçük adımların, daha sonraki yıllarda Cumhuriyet’in sağladığı olanaklarla Türkiye’nin tüm illerine kadar uzanacağı kimsenin  aklına kesinlikle gelmezdi.

Babam, neden okula geldiğimizi elbette anlamıştı. Dayıma engel olmamasını babamın içindeki iyiliğin bir sonucu olarak algılıyorum.

Asıl bundan sonrası çok daha önemli. Türkçe konuşması zayıf, evinde Lazca konuşulan bir çocuğun karşılaştığı Cumhuriyet öğretmenleri inanılmaz derecede çok güzel bir yaklaşım gösterdiler. Dayım bilgi vermiş olacak ki, müdür odasında adeta bir sınav yaptılar, ilk kez karşılaştığım öğretmenler. Baktılar ki bu çocuk okuma, yazma ve matematiği biliyor, ikinci sınıftan başlattılar. İlk karşılaştığım öğretmenlerin insancıl yanlarını, vicdanlarını, çağdaşlıklarını, büyüklüklerini, başka kelime bulmakta zorlanıyorum, algılıyorsunuz değil mi?

Başköy’de, ikinci ve üçüncü sınıfı, karma bir derslikte okudum. 1954 yılında amcam Besim Sümer, beni Ankara’ya, yanına aldırdı.

İlkokul dördüncü sınıftayım. Ankara’da, Altındağ’da, İhsan Sungu İlkokulunun öğrencisiyim. Okul, İsmetpaşa semti, Uzunyol Caddesi üzerindeki evimize yürüme mesafesinde. Keşke büyüklerimiz yönlendirebilseydi de günlük tutsaydım. Adını anımsayamadığım kadın öğretmenimizin Altındağ İlçesinin Yenidoğan semtindeki bir okula tayini çıktı. Duygusal anlamda yıkılmıştım. Çünkü o aynı zamanda bir anne idi benim için, hatta hepimiz için. Okulun Altındağ Caddesine çıkan bahçesinden Yenidoğan’a doğru bakarak hüngür hüngür ağladığımı hiç unutamıyorum.

Sonra, anımsayamadığım bir nedenden dolayı Ulus’taki Bozkurt İlkokuluna alındı kaydım. Yine evimize yürüme mesafesinde. İlkokul bitti. Büyük olasılıkla 1956 yılında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderinin adını taşıyan Ankara Atatürk Lisesi Ortaokul bölümüne yazıldım. Sıhhiye’de geniş bir bahçesi, beden eğitimi derslerini gördüğümüz, öğrenci arkadaşlar arasında atletizm yarışlarının  veya futbol maçlarının düzenlendiği büyükçe bir alanı bulunan bir okulun öğrencisi idim artık.

O alanda toprağı, öğretmenleri ve öğrencileri göremiyoruz artık. Beton ve araba parkı, elbette araçlar, yüksek demir parmaklıklar, giriş ve çıkışlardan sorumlu görevlilerin bulunduğu bir kulübe.

Ankara Atatürk Lisesi orta  okul bölümüne kaydım yapılırken İngilizce dersinin de okutulacağı sınıflarda yer kalmadığı söylendi. Zorunlu olarak Fransızca derslerinin görüleceği sınıfa kayıt yaptırdık. Dersler başladı. Fransızca öğretmeniniz Behzat hanımdı. Eşi de Mahmut öğretmendi. Aradan yaklaşık iki hafta geçmişti ki sınıfın kapısı çaldı Fransızca dersi sırasında. Sanıyorum, okulun çalışanı idi kapıyı çalan, isteyenlerin İngilizce dersinin de görüleceği bir sınıfa geçebileceğini söyledi.

Benimle birlikte birçok öğrenci bu çağrıya olumlu karşılık vermedi ve Fransızca dersinin de okutulacağı sınıfımızda kalmayı yeğledik. Elbette, bazı öğrenciler, İngilizce dersinin yer aldığı sınıfa geçtiler. Öğretmene duyulan ve tanımlanması çok zor olan bir duygu, bir bağlılık, bir sevgi, kesinlikle geleceğimi etkileyen bir karar verdirdi bana. İngilizce öğrenmeyi, bu dersi almayı çok istememe karşın, o günün çocuk kişiliğim başka sınıfa gitmeme izin vermedi.

Burada, Cumhuriyet öğretmenlerinin, o yılların zor koşullarına karşın, severek ve sevdirerek çocuklar üzerindeki olumlu etkilerini anlatmaya çalışıyorum. Ülkemizde veya başka ülkelerde benzer veya farklı öykülerin yaşandığına da inanıyorum.

O yıllarda, çocukluk ve gençlik duygularım şöyle konuştu, sessizce ve kendi kendine. “Ben de bir öğretmenle evleneceğim.”

Nitekim öyle de oldu. Kayseri Öğretmen Okulu mezunu Selma Gürtuna ile evlendim.

Öğretmenlik öncelikle elbette bir meslektir. Ancak, bir toplumun bugününü, yakın ve uzak geleceğini biçimlendiren, aileden başlayarak insanların bulunduğu her yeri, diğer tüm meslekleri etkileyen ana meslektir öğretmenlik.

Öğretmeni için ağlayan dünün çocuğu olarak bugün, öğretmenlerin, eşlerinin, çocuklarının, öğrencilerinin üzüldüğü, ağlatıldığı, korkutulduğu, görüş ve inanç yönünden baskı altına alındığı bir süreci yaşıyorum, yazık.

Yıl 2025. Aylardan Nisan. Milli Eğitim Bakanlığı, “Proje Okulu” kapsamındaki okullarda, üstelik ders yılının bitmesine iki ay kala, binlerce öğretmenin yerini değiştirdi.

Öğretmenler, öğretmenlerin ve öğrencilerin aileleri, isteğe dayanmayan bu beklenmedik kararla sarsıldılar. Birçok yerde öğrenci velileri, öğrenciler ve eğitim sendikaları elbette şiddetsiz yöntemlerle tepki göstermeye başladılar.

Eğitim-İş Sendikası Başkanı Kadem Özbay ve arkadaşlarının 15 Nisan 2025 Salı günü, Ankara Atatürk Lisesi önünde düzenledikleri basın toplantısı, tanık olduğum yasal ve uygar tepkilerden biri oldu. Gelecek yazımda, bu tepkiye yer vermeye çalışacağım.

Ortaokul ve Lise 1. sınıfında okuduğum, Ankara Okullar arası Futbol Şampiyonasında okul takımının sarı-siyah olan formasını giydiğim Ankara Atatürk Lisesinden de çok sayıda öğretmen istekleri dışında başka okullara atanarak, okulundan, öğrencilerinden ve hayallerinden uzaklaştırılmışlardı.

Çocukların, annelerin, öğretmenlerin acı çekmediği, korkmadığı, gözyaşı dökmediği Türkiye’yi, öğretmenlerin desteği ve katkısı ile yetişmiş ve melekleşmiş insanlar başaracaktır. Acı çektirenleri, korkutanları, kan ve gözyaşı dökülmesine neden olanları da melekleşmiş öğretmenlerin, melekleşmiş bilim insanlarının, melekleşmiş kadınların ve erkeklerin dayanışması “iyi”leştirecektir.

Haydi öğretmenlerimiz, melekleşmiş insanlar…Haydi…