Böylece işinin kolaylaşacağını biliyordu. Buna seviniyordu. Annesi onu sabahın ikisinde karşıladığında, oğlunun yönelttiği boş bakışla üzüntüye boğulduğunda, aslında Rieux’ye iyi gelebilecek tek şey için dertleniyordu. Soyutlamayla mücadele edebilmek için biraz ona benzemek gerekir.”
Gerçekten insan acılarla ya da hayal kırıklıklarıyla mücadele edebilmek için soyutlanmak zorunda mıdır? Çaresiz çırpınışlar içinde geleceğini planlamaya çalışan bir eğitimci, ya da başarı için mücadele eden ve piyasanın ağır şartlarıyla baş etmek zorunda kalan yeni bir işletmeci…
Soyutlanma bir erdem değil; insanın, dayanamayıp alışmaya başladığı noktada geliştirdiği bir hayatta kalma refleksidir.
Murphy Kanunu’nun gerçeklik yapısında, bir şeyler ters gidecekse gerçekten ters mi gider? Yoksa Stoacı damarlarında akan kanla, “Evet ters gidecek ama çözüm burada” demeyi öğrenmiş insan mı daha sağlamdır? Bu Stoacı fikri daha önce de yazılarımda kullandım; belki bu yüzden soyutlanmayla kesiştiği noktaları düşünmeden edemiyorum.
Yazının merkezine soyutlanmayı, bugünün konjonktürel yapısıyla koymak mümkün. İnsan yaşadığı ülkenin gündeminden gerçekten soyutlanabilir mi? Yoksa gerçeği bildiği hâlde, Winston Smith gibi, o çarpıtılmış gerçekliğin içinde yaşamaya devam mı eder? Winston, gerçeğin ne olduğunu biliyordu ama yine de o gerçeği eğip bükmeye devam ediyordu. Bir süre sonra her şey normalleşiyordu. Asıl tehlike de burada başlıyordu.
Toplum erozyonu belki de tam olarak böyle ilerliyor. İş dünyasından bir arkadaşımla konuşurken bunu düşündük. 2025 bitmek üzere. Birçok şirket yılı tamamlayıp yeni yıla nefes almak için gün sayıyor. Daralan bir piyasa var; dünya genelinde de hacim küçülüyor. Böyle bir ortamda çalışma gerçekliği de soyutlaşıyor. Evrensel etik kurallar var ama piyasa “nabza göre şerbet” düzenine çoktan alışmış durumda. İnsan, okuduğum kitaptaki Winston karakteri gibi, bir noktadan sonra bıkıyor.
Bu nereye varır? Bir de alışma meselesi var. İnsan alışıyor. Bunu Çeçenistan’da bir proje için bulunduğum dönemde çok net görmüştüm. Bir savaş vardı. Biz çalışıyorduk. Çeçen halkı da çalışıyordu. Yanlarında bomba patlıyor, irkiliyorlar, sonra hayat kaldığı yerden devam ediyordu. Bu bir duyarsızlık değil; soyutlanmış bir hayatta kalma refleksiydi.
Peki insan her duyguda bunu yapabilir mi? Soyutlanmak için neye benzemek gerekir? Görmezden mi gelmek, vurdumduymaz mı olmak gerekir? Yoksa tam tersi, duyguları köreltmeden ama onlara teslim olmadan mı yürümek gerekir? Bildiğim tek şey şu: İnsan soyutlanmaya yavaş yavaş alışıyor.
Bu alışma, bir ürünün fiyatı gibidir. Bir kez indirime girerse, artık zihinde o fiyat sabitlenir. Çıpa atılır. Alıcı da satıcı da buna alışır. Sonra kimse gerçek değeri hatırlamaz. Bugün birçok ithal ürünün yıllar içindeki fiyat serüveni buna tanıklık ediyor. Burada inovasyon eksikliği de var elbette ama o başka bir yazının konusu.
Toplum böyle alışmıyor; biz böyle alışıyoruz. Şaşırmamak, hayret etmemek, “zaten böyle olurdu” demek… Önce kızmak, sonra kabullenmek, en sonunda da soyutlanmak. Bu bir insan karakter haritası olabilir mi? Bazı haberlerin yavaş yavaş alıştırılarak verilmesi bunun göstergesi midir, yoksa ben mi fazla anlam yüklüyorum bilmiyorum.
Bir dönem ürün fiyatlarını algılayamaz hâle gelmiştik. Hâlâ öyle olanlar vardır. Ödeme yaparken “ne derlerse o” diyen bir toplum oluşmuştu. Finansal okuryazarlık bulanıklaşmıştı. İşveren ne verdiğini, çalışan ne aldığını bilmiyordu. Gelir artıyordu ama alım gücü düşüyordu. Gariplik vardı. Ama ona da alışıldı.
Alıştıkça soyutlandık.
Sokrates’in Savunması’nı okuyanlar hatırlayacaktır. Savunma o kadar berrak yapılır ki gerçeklik tüm çıplaklığıyla ortadadır. Ama son bellidir. Karar değişmez. Sokrates, karşıtları ve izleyenler… Belki de o anda herkes farklı bir soyutlanma hâli yaşıyordu. “Siz hâlâ soyutlanamayanlardan mısınız?” diye sorarken, bu sorunun kendisi bile insanı soyut bir noktaya çekiyor.
Sonuçta gerçeklik de gerçeksizlik de insanda bir soyutlanma yaratıyor. Bu yüzden Süleyman Demirel’in sözü hep aklıma gelir: “Bir memlekette enflasyon arttıkça düzen bozulur.” Bozulan düzen sadece ekonomiyle sınırlı kalmaz; algı da bozulur, değer de.
Demek ki bize düşen şey, soyutlanmayı öğrenmek değil; alışmaya direnmeyi öğrenmektir.
Sağlıcakla…