MİLLİYETÇİLER VE OSMANLICILIK SORUNU

Milliyetçilik en temelinde bir milletin egemenlik hak ve özgürlüklerini savunan dünya görüşü ve ideolojidir. 

Hümanizm felsefesinin egemen olduğu modern çağlara kadar halkın, daha da doğrusu insanların egemen olduğu bir toplum düzeni mevcut değildi. 

Hemen hemen bütün dünyada “ben asil kandan geliyorum” ve “beni ilahlar seçti” yalanları üzerine bina edilmiş; firavunluk, imparatorluk, krallık, şahlık, padişahlık, sultanlık veyahut da çarlık gibi unvanlara sahip hükümranlıklar mevcuttu.

Bu hükümdarlar yeryüzünde bazen bir ilahın kendisi, bazen temsilcisi ve bazen de yeryüzündeki gölgesi olduklarını iddia eder, hükmetme hakkının kendi soyuna bir ilah tarafından verildiğini ve o ilahın yasalarını uyguladıklarını söylerlerdi.

Hükümdarların özel imtiyaz tanıdığı, konforlu bir hayat ve bolca avanta sağladığı ruhban sınıfı ve tapınak ehli de bu iddiayı tasdik etme makamıydı. Karşılıklı bir “kazan kazan” yahut da “sen benim sırtımı, kaşı ben de seninkini” düzeni tıkır tıkır işliyordu.

Elbette bu düzende olan kul yahut da köle konumunda bulunan sıradan insanlara oluyordu. Asiller saraylarda, ruhban sınıfı tapınaklarda bir elleri yağda bir elleri balda gününü gün ederken sıradan insanlar bu lüksün bedelini emekleri, vergileri ve bazen de kanları ve hatta canları ile ödüyorlardı.

Binlerce yıl boyunca yeryüzüne egemen olan bu adaletsiz düzene karşı başarıya ulaşan ilk halk isyanı 1765 yılında Kuzey Amerika’da yaşayan halkların İngiliz Teokratik Monarşisine karşı ayaklanmasıdır. Amerikan halkı bu isyanda kazanmış ve halk egemenliğine dayalı bir cumhuriyet kurmayı başarmışlardır.

İkinci başarılı isyan ise 1789’da Fransız devrimi ile ortaya çıkmıştır. Fransa’da halk bir devrim gerçekleştirerek asil ve ruhban sınıflarının hükümranlığına son verdi ve yerine sıradan halkın, Fransız milletinin egemen olduğu bir milli Cumhuriyet kuruldu.

Bu devrim ve milliyetçilik dalgası tüm dünyada hızla yayıldı ve hem kendini asil olarak takdim eden hanedanların ve hem de kendini tanrının vekili olarak tanıtan ruhban sınıfının egemenliği birçok ülkede son buldu. İlahi olduğu iddia edilen arkaik kölecil yasaların yerini ise insani yasalar ve anayasalar aldı.

Yüzlerce yıl çeşitli hanedanların egemenliği altında kul konumunda yaşamak zorunda kalmış olan Türk Milleti ve Türk aydınları da elbette dünyadaki bu gelişmelere kayıtsız kalmadı. Türk Milletinin egemenlik hakkını savunan Türkçülük, Turancılık ve Türk Milliyetçiliği düşüncesi çok büyük bir hızla yayıldı, geniş bir taraftar kitlesi buldu.

Tarihte de açıkça görüldüğü üzere bütün milliyetçi akımlar hanedanlara ve tapınaklara karşı savaşarak iktidara gelmişlerdir. Bunun bir benzeri Türk milleti tarafından da yaşandı Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusu hem işgalci yabancı orduları ve hem de Osmanlı hanedanı güçlerini yenerek 29 Ekim 1923 tarihinde Anadolu topraklarında Türkiye Cumhuriyetini kurdu. Bu başarılı halk devrimi kronolojik olarak Bolşevik devriminden sonra gelen dördüncü ama bir doğu toplumunda ortaya çıkan ve sömürülen geri kalmış toplumlara eşsiz bir örnek olan ilk devrimdir.

Buraya kadar yazdıklarım hemen herkes tarafından bilinen siyasi ve tarihi gerçekler ama asıl vurgulamak istediğim 12 Eylül sonrasında beyni yıkanan ve kendisini Türk Milliyetçisi olarak tanımlayan bir kesimin yaşadığı Osmanlı hayranlığı ile arasındaki tuhaf çelişki. Çok komik ama bu kesim Osmanlıcılık oynayarak Türk Milliyetçiliği yaptığını zannediyor.

Ülkücüler olarak da adlandırılan bu kesimde yaygın bir şekilde görülen Türk milliyetçiliğini bir devlet ideolojisi haline getiren Mustafa Kemal Atatürk düşmanlığı ve Abdülhamit gibi despot sultanlara gösterilen hayranlık ise çelişkinin bir diğer unsurudur.

Bu kesime seslenmek istiyorum; bakın bir tercih yapmak zorundasınız ya doğru dürüst Türk milliyetçisi olur, Türk milletinin egemenlik haklarını savunursunuz veyahut da Osmanlıcı ve saltanat taraftarı olur bir ailenin egemenlik haklarını ve muhayyel ilahların gönderdiği iddia edilen hukuki düzeni savunursunuz anlarım, lakin ikisi bir arada mümkün değil olmaz. Bu dediğimi dinlemez de ikisini bir arada yürütmeye çalışırsanız kafa karışıklığından ayaklarınız birbirine dolanır, yürüyemez ve bir menzile de varamazsınız.

Bir milletin oluşturan genetik ve kültürel kökler geçmişe uzansa dahi milliyetçilik geçmişe değil günümüze ve geleceğe ait bir ideoloji ve düşünce biçimidir. Bir milliyetçi asla geçmişte yaşamamalı, enerji ve gücünü geçmişte yaşanmış olaylar için tüketmemelidir.

Ayrıca geçmişte kurulmuş ama Türk milletinin egemen olmadığı hiçbir devlet Türk devleti değildir, olamaz. Geçmişte kurulmuş ve geniş kesimlerin Türk devleti zannettiği devletlerin tamamı bir ailenin, bir hanedanın egemen olduğu Türk halkının ise kul ya da köle konumunda olduğu Türk halkını sömüren devletlerdir. Bu devletlerin ve bu hanedanların başarısı ya da başarısızlığı ile övünmek ya da yerinmekle vakit kaybetmeye gerek de yoktur, zaman israfıdır, kimseye bir faydası da dokunmaz.

Türk milliyetçileri bu gerçeklerin farkına vararak silkinmeli, kendilerine gelmeli ve geleceğe odaklanmalıdır.