MEMNUN MUSUNUZ?

Besim KAVUKÇU Başlıktaki soru sizin de aklınıza siyasi bir çağrışım getiriyor mu? Muhtemelen getiriyor çünkü seçimlere...

Başlıktaki soru sizin de aklınıza siyasi bir çağrışım getiriyor mu? Muhtemelen getiriyor çünkü seçimlere çok az bir süre kala nerdeyse konuştuğumuz tek şey siyaset oldu. Ne iki ay önceki depremi ve etkilerini konuşuyoruz ne de olası depremin ülkeyi ne hale getireceğinden yeterince bahsediyoruz. Neyse konu madem siyaset o zaman ondan bahsedelim.

Şu sıralar kimle konuşsam, kime hal hatır sorsam, konu bir şekilde kısacık sürede siyasete dönüyor ve bir anda dış mihraklardan, emekli maaşlarına, seçim güvenliğinden, ittifakların aday gösterme stratejilerine, cemaatlerin seçimlere etkisinden olası “enkaz devraldık” edebiyatına kadar her şeyi masaya yatırıyoruz. Ülkedeki hemen her soru eninde sonunda siyasete bağlanıyor. Aslına bakılırsa, çoğu insanın siyasetle bu denli ilgilenmesine de sevinmiyor değilim. Doğru ya da yanlış, maniple edilmiş ya da abartılmış da olsa insanların siyasi görüşlerinin baskın olması, gelecekle ilgili endişelerimi azaltıyor.

Ülke olarak memnuniyetsizliğimiz yeni değil aslına bakılırsa. Cumhuriyet hükümetlerinin tamamında ekonomik zorluklar vardı. Kah savaştan çıkmıştık, kah Dünya Savaşından kaçınıyorduk, kah darbe oldu, kah kardeş kanı döküldü, ambargolar, iç kargaşalar, terör ve diğer etmenlerle birlikte, ülke ekonomik girdapların içinden kurtulamadı. Bunda en büyük pay, üretim yapmayı çoktan unutmuş olmamız olarak gösterilebilir. Bir şekilde toplum piramidinin en tepesi ve en altı belirgin oldu, ortasıysa hep silik kaldı. Zengin daha da zenginleştikçe, fakirin cebine dikmeye devam etti gözünü. Hükümetlerin tamamı da zenginden yana oldukça, olan gariban vatandaşa oldu. Toplum olarak, sorgulama kültümüzün olmaması, verileni kabullenme duygumuzun baskın olmasıyla da zengin daha da kodamanlaştı, semirdi.

Otomobile ve benzine gelen zamlar, bindikçe binen vergiler otomobil almaktan vazgeçirmedi bizi, toplu taşıma kullanmayı reddettik. Sadece bu kadar mı, yoksulluk sınırının 30.000 Lirayı geçmesine rağmen son model telefonları almaya devam ediyoruz. Büyükşehirlerde izbe ve yer altındaki dairelere 10.000 Lira kira istenirken, adına “rezidans” denen saçma sapan kutularda yaşamaya dikiyoruz gözümüzü. Bilmem ne markasının bilmem ne kreasyonundaki kıyafetlerin statümüzü arttırdığını zannediyoruz. Saçma sapan isimli kahvecilerin filtre kahvelerinden içmeden güne başlayamıyor, güne başlayabilmek için inanılmaz paralar ödüyoruz. Pazar günleri arkadaşlarla köy kahvaltısına yüzlerce lira ödemek itibarımızı arttırıyor sanırım. Ülkede hangi köydeki hangi kahvaltıda 5 çeşit peynir, 4 çeşit salam yeniyor diye sormayın tabi.

Kazandığımız üç kuruş paranın, yarısı devlete vergi olarak gidiyor, geri kalan parayla yapılan alışverişlerde de vergi ödemeye devam ediyoruz. İyi güzel de, bu fahiş vergileri ödedikten sonra ne elde ediyoruz? Sağlık gerçekten bedava mı? Hayır! Sadece parayı hastaneye değil eczaneye ve malzemecilere ödüyoruz. Bizim için yapılan otoban ve köprülerden yine parayla geçiyor, hatta geçmediğimiz köprülerin bile parasını vergilerimizden ödüyoruz. Üretim yapamadığımızdan hemen her şeyi ithal ediyor, kur farkından tepetaklak oluyoruz. Cumhuriyetin ilanını takip eden beşinci senede, onca acıya ve sıkıntıya rağmen, yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden, hastaneler, okullar, tiyatrolar, fabrikalar kuran –ki içinde uçak fabrikası da var- binlerce sağlık personeli ve öğretmen yetiştiren, çok kısa sürede %3 civarında olan okuma – yazma oranını %90`lara çıkartan bir Türkiye, cıvatayı bile ithal edecek bir ülke haline nasıl dönüştü diye sorgulamıyoruz. Eğitimden memnun muyuz? El kadar bebelere tonlarca para döküp, yalandan İngilizce öğreten, onun dışında Milli Eğitim müfredatını uygulayan sahte okulcukların eğitiminden bahsetmiyorum elbette. Gerçekten bu ülkenin eğitim politikasından memnun muyuz? Sınıfta kalmanın bile kaldırıldığı, sıradan çocukların bir dehaymış gibi velilere anlatıldığı, yok o kurs, bu etüt diyerek velinin cebindeki son kuruşa da göz dikildiği ve eninde sonunda 3 saatlik bir sınavla çocukların hayatının gidişatının belirlenmeye çalışıldığı bir sistemden memnun muyuz? Kurucu liderin, kurucu ilkelerin, kanla kazanılan zaferlerin müfredattan çıkarılması ve daha bir ton muhabbeti başka zaman yazmak üzere erteliyorum.

Artan taciz, tecavüz, hırsızlık haberlerinden memnun muyuz? Bunlardan memnun olabilen bir insan evladı olmaz herhalde. Yoksa olur mu? Yok, artık canım o kadar da değildir. Hakikaten, özellikle son yıllarda bu denli artan taciz, tecavüz, ölüm, hırsızlık, gasp, kavga olaylarına ne diyorsunuz? Neden bu denli arttı, yoksa medyanın kullanımın artması ya da insanların bunlara ses çıkarmaya başlamasıyla mı gündeme bu denli fazla sayıda geldi? Ekonomik olarak zor durumda olan, eğitilmekten uzaklaşan, bencil ve kendini beğenmiş yetişen, ya da baskıyla yetiştirilen bireylerde, bu tür patlamaların olması eşyanın tabiatı gereğidir. Ne kadar bastırırsanız o kadar şiddetli patlar. Kadınları “öcü” gibi gösterip sadece çocuk doğurmakla ve erkeğe hizmetle görevli olduklarını aşılamaya başlarsanız, “kadın kullanılacak bir nesnedir” mesajını verirsiniz bilinçaltlarına. Bu mesaj, ülkedeki “ayıp, günah, yasak” kavramlarıyla da birleşir bir de üzerine sos olarak cinsel bilinçsizliği eklerseniz, tadından yenmeyen koskocaman bir “taciz – tecavüz – ölüm” sorununuz oluşuverir. Namus belasına alınan aile meclisi kararları, kolluk kuvvetlerinin karıştığı olaylar, toplumun bir kesiminin tu kaka, bir kesimininse, üstün insan muamelesi görmesi, tarikat ve cemaatlerde aşılanan yalan yanlış bilgiler, dini ve toplumsal baskılarla tek tipleştirilen insanlar, siyasilerin birbirlerine neredeyse ana avrat sövmesi, seçimlerde hile yapıldığına dair iddialar, yolsuzluk yapıldığına dair oluşan şüphe ve daha niceleriyle; korkak, sinmiş bir nesil yetiştirirsiniz. Ama dedim ya, ne kadar sert bastırırsanız o denli yüksek basınç oluşturur ama bugün ama yarın şiddetli bir patlamaya maruz kalırsınız. Ülkedeki gerilimi azaltmak, basıncı yavaş yavaş boşaltmak önce siyasetçilerin, sonra toplumun kanaat önderlerinin görevidir, bu gerçekleşmezse, ülkede çok ciddi yangınların olması kaçınılmazdır. Bu baskının nasıl azaltılacağına dair önerilerim elbette var ama kimse siyasetin tepesindekiler kadar iyi bilemeyeceğinden, susmak en doğu seçenek gibi duruyor. Kalın sağlıcakla.