Bu hikâye bana hep yaşamlarımızı anımsatır. Böyle değil midir yaşamlarımız? Hayatlarını anlamlı ve iyi bir şekilde yaşamak isteyenler başkalarının hayatlarını da zenginleştirmelidir. Hem ne derler; “Bir yaşamın değeri dokunduğu yaşamlarla ölçülür.” Bu nedenledir ki yaşamda mutluluk isteyenler, başkalarının da mutluluğa ulaşmasına yardım etmelidir. Yani birimizin refahı diğerlerinin de refaha ulaşması ile olasıdır.
Buna kollektivitenin gücü diyebilirsiniz, buna başarının ilkesi diyebilirsiniz, buna hayatın kanunu diyebilirsiniz. Ne derseniz hepsi doğrudur aslında.
Bugüne baktığımızda, toplum yaşamımıza baktığımızda asıl sorunun bu olduğu açıkça görülmektedir. Sanki hızla giden bir trende neden sonuç zincirlerinin farkında dahi olmadan son sürat bireyselleşip yabancılaşıyoruz birbirimize. Korkularımız, egolarımız, tembelliğimiz, umursamazlığımız, hoşgörüsüzlüğümüz bizi sorumluluk almaktan alıkoyan şeyler olarak çıkıyor karşımıza. Ve bizler bunlara yenik düştükçe kendimizi kaybediyoruz. Aslında ne çok ihtiyacımız var yukarıda anlattığım hikâyedeki çiftçinin bilgeliğine.
Amacım umutsuzluk aşılamak değil, tersine, insanların beyinlerinde çakan şimşekleri hareket enerjisine dönüştürüp gidişata DUR demelerini tetiklemek istiyorum… Çünkü bu gidiş kesinlikle bir milletin (halkın, insanların demiyorum, bir milletin) yok oluşa gidişidir…
Bir ağacın kökleri yerine dallarını sularsanız o ağaç ayakta kalmayacaktır. Bugün toplum olarak yazık ki hepimizin yaptığı bu. Sadece dallara odaklanmışız, köklerden uzaklaşmışız. Bu nedenledir ki her geçen gün ölüyor ve eksiliyoruz. Gerçekleri görmek için yok olmak mı gerekiyor?
Büyük filozof Kung-Fu Tze’nin (Konfüçyüs) der ki; “Karanlıktan şikâyet yerine, en azından bir mum yak! Unutma, sorunun büyüklüğüne değil, çözüme odaklan; aslında kuyu “derin” değildir, ip kısadır.”