Yazılarımda, konuşmalarımda ve yaşantımın her anında, “Evimiz, Ana Yurdumuz” diye algıladığım ve nitelediğim Türkiye, üstünde yaşayanların önemli bir kesimi tarafından küllük ve çöplük haline getirildi.
Çok daha üzüntü ve kaygı verici olan ilgili kamu kuruluşlarının ve siyasal ayırımcılık yapmadan belirtiyorum, valiliklerin ve belediyelerin görevleri konusunda duyarlı ve hareketli olmamaları. “Dost Dili” köşesinde de sıkça paylaşıyorum, yazılarımı ulaştırıyorum, “tık” yok.
Köyden kente, sokakta veya doğada yiyenlerin ve içenlerin, bulundukları alanları çöplüğe ve küllüğe çevirmeleri karşısında başta kamu görevlileri olmak üzere insan ve maddi kaynakları teslim ettiklerimizin başarısız kalmaları Türkiye’nin en zayıf yanıdır.
Türkiye’nin güçlü yanları yok mu? Elbette var. O güçlü yanımızı oluşturması beklenen geniş halk kesimleri ise örgütsüz, birlikte hareket etmekten ve dayanışmadan çok uzaktalar.
Çöp kutuları boş, çevreleri çöplük, yeşillikleri her türlü çöple kirletilen kaç ülke var acaba? Birini üzülerek ve utanarak söyleyebilirim. TÜRKİYE.
Bu konulardaki yazılarıma eklediğim fotoğraflara bakmanıza gerek yok, utanılası gerçeklerin farkına varmanız için.
Yaşadığınız binalardan bahçeye, sokağa, caddeye çıktığınızdan itibaren çevrenize baktığınızda izmarit veya başka bir çöpü, çöpleri görmediğiniz kaç metrelik mesafe, kaç saniyelik zaman var. Evinizin, iş yerinizin önlerine baktığınızda çöplük ve izmarit mezarlığı ile karşılaşmıyorsanız, o an rüyada olabilirsiniz veya Türkiye’de değilsiniz.
Kimler kirletiyor derseniz, kanımca her kesimden insan. Devlet kuruluşlarını düşününce aklınıza hangileri geliyorsa, bilin ki en duyarlı görevleri üstlenmiş kamu kuruluşlarında bazı çalışanlar da var gittikleri yerleri kirletenler arasında.
Ankara’dan örnek vereyim. Belediye görevlilerinin tertemiz yaptığı yerleri, bir dakika içinde kirletmeye başlıyor, gelip geçenler.
İnsan eliyle oluşan böyle kirlilikleri gördükçe, belediyeler dışında aklıma şu kamu kuruluşları gelir.
Şuraları düzenli toplandığı yıllarda bile alınan kararları çoğunlukla uygulamayan, daha küçük yaşlarda temizliğin değil kirliliğin üreticilerini yetiştiren Milli Eğitim Bakanlığı. Okulların önlerini ve çevresini izmarit mezarlığına çeviren okul yöneticileri, öğretmenler ve veliler. Artık, doğamızı bile yok etmeye başlayan sözde madenciliğe ve yapılaşmaya onay veren Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile Tarım ve Orman Bakanlığı.
Demokratikleşmesi, yönetim ve yürütme süreçlerine atanmışların değil, seçimle belirlenmiş öğretim üyelerinin, öğrencilerin ve çalışanların katılması gereken Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve üniversiteler.
İnsanları, çocukları, daha yeni konuşmaya başladığı ve dilini tam kullanamadığı yıllardan başlayarak bilmediği bir dil ile öteki dünyaya hazırladığını sanan, odalar ve barolar tipinde, inananların üst birliği olması gereken Diyanet İşleri Başkanlığı, müftülükler ve cami yönetimleri.
Türkiye bütçesinin ve insan gücünün çok büyük bölümünü kullanma yetkisi taşıyan bu ve diğer kamu kuruluşlarının, ülkenin kirlenmesini önlemek, insanları, aileden başlayarak daha küçük yaşlarda gerçek güzelliklere yönlendirmek için Anayasa’da ve yasalarda yazılan görevlerini yapsalar, izmarit ve çöp görmeden bir adımın atılamadığı bir ülkede yaşar mıydık?
Kirlilik denince genelde toprak, su ve hava kirliği gelir aklımıza.
Yalan, iftira, hakaret, tehdit, kumpas, adaletsizlik, haksızlık, yoksulluk, güvensizlik, ayrıca, eğitim, sağlık, üretim, istihdam, paylaşım ve sosyal yaşamdaki dayanılması çok zor dengesizliğin oluşturduğu kötü ahtapotun kollarında çırpınan “Evim, Yurdum” Türkiye’nin siyasetindeki kirlilik de korkulacak kadar koyulaştı. Koyulaştı diyorum, hiçbir rengin adını kullanmıyorum, çünkü renklerin suçu yok.
Hepimiz biliriz, siyasette muhalefet, iktidara, hükümete karşı yapılır. Hayret içinde kalınacak düzeyde, Türkiye’de iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKPARTİ) ile koyu destekleyicisi Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) tarafından muhalefete, özellikle Cumhuriyet Halk Partisine karşı muhalefet yapılıyor.
İki siyasal partinin üst düzey yöneticilerinin, muhalefete muhalefet ederken söylediklerini dinlerken ürkenler ve “eyvah” diyenlerin sayısı çok fazla. Hakaret ve tehdit dolu kelime ve cümleleri kullanan iktidarın sözcülerini ve destekçilerini alkışlayanlar veya “ohh” diyenler “Şiddetsiz, Terörsüz Türkiye” hedefini, sadece silahlı yapılara bağlıyorlar sanırım. Türkiye Ailesinin elbette üyeleri ve benim gibi düşünenlerden farklı olan bu yurttaşlarımız, sevgi, dostluk ve barış için evlerden alanlara, alanlardan yargıya, yargıdan siyasal partilere ve TBMM’ye kadar her alanda hiçbir haksızlığın yapılmaması gerektiğini düşünmeli ve kabullenmelidir. Çünkü, haksızlık, adaletsizlik şiddettir, diğer ağır şiddet türlerini artırır, yaygınlaştırır.
Bilmeliyiz ki, şiddet, terör, önce duygularda ve akıllarda kök verir, sonra dillerde, gözlerde beslenir, sonuçta da ayaklarda ve ellerde vahşileşir. Vahşileşmek ise insana yakışmayan, hatta insanı çirkinleştiren çok olumsuz değişimdir. Dahası, şiddet-terör, sadece silahlı yapılar, çeteler tarafından üretilmez. Para, makam, yorum ve yetki gücü olanların da, akıl ve vicdan dışı şiddet üretmeleri, aile bireylerinin ve dostlarının, daha çok annelerin gözyaşı dökmelerine neden olmaları geçmişte çok görüldü, bugün de yaşanıyor.
Bugün 5 Aralık Dünya Gönüllüler Günü. İnsana, hayvana, çevreye ve doğaya yönelik şiddetin sonlanması, temiz bir ülkede ve Dünya’da, sevgi, dostluk ve barış içinde yaşanması için öncelikle silahlı ve yetkili insan gücüne değil, kadın-erkek, anne-baba demeden tüm insanların gönüllü olarak birleşmesine ve şiddetsiz yöntemlerle hareket etmesine gerek var. Bu amaçla yüreklerini, güçlerini ve sınırlı olan ömürlerini ortaya koyan her ülkedeki ve alandaki gönüllü insanları, çevreci ve barışçı kahramanları alkışlıyorum.
Haydi, her zaman ve her yerde, derneklerde, federasyonlarda, konfederasyonlarda, girişimlerde, kadın-erkek birlikte, dayanışma içinde. Haydi…