On yıllardır süregelen ve siyasi iktidarlar değişmesine karşın, özde hiçbir yönü değişmeyen iktisadi ve toplumsal düzenin yarattığı derin yoksulluk İzmir / Selçuk’ta, yaşları 1-5 arasındaki beş küçük kardeşin ölümüne yol açtı.
Yetkili, yetkisiz birçok kişi üzüntülerini belirten açıklamalar yaptı ama sorunun kaynağına yönelik pek bir şey söylenmedi.
Artık can almaya da başlayan yoksulluk, kentlerimizde neden bu denli yaygın ve yıllar geçtikçe daha da arttı, derinleşti?
Ülkemiz son yetmiş yılda kırdan kente yönelik iki büyük kitlesel göç yaşadı.
50’li yıllarda başlayan ve 70’li yıllara değin süren birinci kitlesel göç dalgası büyük ölçüde iktisadi nedenlere dayanıyor ve İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda açıkça ifade edildiği biçimde devletçe destekleniyordu.
Toplumdaki gelir dağılımını düzenlemeye ve -bir üretim aracı olarak- tarım toprağının dağılımındaki adaletsizliği gidermeye hiçbir zaman kararlı biçimde yanaşmayan devlet ve onu yönetenler, çareyi kırdan kente göçte bulmuşlardı.
1950’li yıllarda çözülen köy ekonomisinin açığa çıkardığı nüfusun büyük kentlere yığılması o dönemlerde ülkeyi yönetenler için “günü kurtarmanın” en kolay yoluydu. Böylece, hem hızla kentleşmiş(!) olacaktık, hem de sanayileşen Türkiye, kentlerde yoğunlaşan işgücü sayesinde ucuz işçi cenneti olacaktı.
Kente göçenler, köylerinde geleceğe ilişkin bütün umutlarını yitirmiş yoksullardı ve kent yoksulluğunu kır yoksulluğuna tercih ediyorlardı. Geldikleri kentte de yoksuldular ama kentin vermediklerini, “bir yolunu bulup” alma umutları vardı.
Günümüzün gelişmiş ülkelerinde 19. yüzyıl boyunca zora dayanılarak gerçekleştirilen bu süreç, ülkemizde güle oynaya yaşanmıştı.
1980’li yıllarda başlayan ikinci kitlesel göç olgusu ilkinden çok farklı bir nedene dayanıyordu. Bu kez sorun güvenlikti.
O yıllarda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da sürüp giden dramatik olaylar sırasında köylerini terk etmek zorunda bırakılan milyonlarca insan işsiz ve yoksul düşüyor, en yakın kente sığınıyordu.
Van, Hakkâri, Diyarbakır, Mardin gibi kentlerin nüfusunu kısa sürede birkaç katına çıkaran bu gelişme, ülkemizin en geri kalmış bölgesinde yer alan kentlerimizin birkaç kat daha yoksullaşmasına yol açmıştı. Buralara sığınanların önemli bir bölümü zaman içinde, iş bulmak ve geleceğini yeniden kurmak umuduyla, oralardan büyük kentlere göçtü.
Bu kentlerimiz, yoksulluğu paylaştıran yerler olmanın yanı sıra ülkenin gelişmiş yörelerindeki, başta İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Antalya olmak üzere pek çok kentimize “yeni yoksullar gönderen” merkezler haline gelmişti.
Birinci göç dalgasının yarattığı güçlüklerle boğuşmakta olan birçok kentimiz, bu yeni göç dalgasıyla çok daha ciddi sorunlarla yüz yüze kaldı.
Büyük kentlerimizin birçok bölgesi, sefalet mahallelerinin, işsizliğin, asayişsizliğin çoğaldığı; kent yaşamındaki hukuk tanımazlığın, yasa dışı oluşumların, cana ve mala yönelik tehditlerin, başıbozukluğun, karmaşanın, ulaşım ve altyapı yetersizliklerinin, kirliliğin, düzeysizliğin arttığı; etnik ve sınıfsal ayrışmanın kent mekanına da yansıdığı, kültürel yozlaşmanın giderek derinleştiği yerlere dönüştü.
Göçle gelenleri içselleştiremeyen, onlara hemen hiçbir şey sunamayan ve nüfusu katlanarak hızla artan kentlerdeki “derin yoksulluğun” türevi olan bu sorunlar kentlilerce artık çözümsüz olgular olarak algılanıyor.
Yaşanan sorunların aslında sürpriz olmadığı, bunların yaşanacağı yıllar öncesinden belli olmasına karşın ülkeyi yönetenlerce hiçbir önlem alınmadığı düşünüldüğünde, bu algının yanlış olmadığı söylenebilir.
Ülkede, on yıllardır uygulanagelen iktisadi ve toplumsal politikaların ürünü olan “derin yoksulluğun” bitirilmesi yönünde iyimser olmak için herhangi bir belirti de gözlenmiyor.
Oysa “derin yoksulluk” kentlerimizin zaman yitirilmeden ele alınması ve çözülmesi gereken günümüzün birincil sorunudur.
Eğer yönetimler, duyarsızlıklarını sürdürür, geçiştirmeyi tercih eder, gerekli önlemleri zamanında almaz ve üzerlerine düşeni yapmazlarsa, derinleşen bütün toplumsal sorunlar için, iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış, “çözüm” üreten insanlar, bu sorunu da “kendilerince” çözmenin yolunu bulacaklardır. Örneğin gecekondular bu durumun en güzel örneklerinden birisidir. Kırdan kente göçü destekleyen ama kente gelenlerin nerede barınacaklarını hiç umursamayan devletin tutumuna karşı insanlar, barınma sorununu hazine arazilerinde yaptıkları gecekondularla çözmüşlerdir. Ama onlar için “çözüm” olan gecekondular ve kamu arazilerinin işgal edilmesi, kentler ve kent yönetimleri için yıllardır en önemli sorunlardan birisi olmuştur.
Ülkeyi ve kentleri yönetenler “kentteki derin yoksulluğu” bitirmek için, insanların bunun gibi bir çözüm bulmalarını beklememeli, on yıllardır izlenen, “sadakalarla yoksuları sakinleştirme” uygulamaları ile sorunu geçiştirme anlayışını bırakmalıdırlar.
“Derin yoksulluk ya da kent yoksulluğu” sorunu;
FIRSAT MALİYETLERİNİ, MALİYET / YARAR ÇÖZÜMLEMELERİNİ; KISA, ORTA VE UZUN ERİMDE YAPILMASI GEREKENLERİ İÇEREN GELİŞME PLANLARI hazırlanıp o planlar, hak, hukuk, adalet ilkeleri ile ödünsüz uygulanırsa kesin ve sağlıklı biçimde çözülebilir. Yoksa daha çok canlar yitirilir, çok daha kötü olaylar yaşanır.
Ülke ve kent yönetimlerinde bu yönde bir politika ve uygulama değişikliğine gidilip gidilmeyeceğini, yönetenlerden çok yönetilenlerin alacakları tutum belirleyecektir.