“KALORİFER BORUSUNA BAĞLIYKEN SANA YAKLAŞIP AĞZINA SİLAHIMIN KABZASIYLA VURAN BENDİM”

 Kitabın adı, İğde Ağacının Gölgesindeki Devrimci, Anlatan, EKREM ERBAKAN, Yazarı Ahmet Suat Düzgün…

 Böylesi bir kitabı nasıl anlatırım diye düşündüm. Hangi tarafını anlatsan diğer tarafı eksik kalacaktı. Köşemdeki yazı alanını düşündüğümde, en kısa yoldan birkaç söz edip kitabı okuma ve değerlendirme işini siz değerli köşe yazılarımı ve yayımlanmış kitapları okuyan dostlarıma bırakayım istedim.

 İnsanlar kökleriyle ülkeler tarihleriyle yaşarlar, bir anlamda tarihimizde kökümüzdür. 

“Otu çek köküne bak” cümlesi sözlük anlamıyla; “bir kimsenin kimliğini doğru olarak öğrenmek için soyuna sopuna bakmalıdır”

Ekrem Erbakan, işkencelerde iğde ağacını kendine yoldaş ediyor, onunla söyleşiyor, onunla dünyaya bakıyor. Romanda İğde Ağacı ile Erbakan’ın gönül bağı kurgu da olabilir, gerçekte olabilir bu Erbakan’ın yaşama dair düşüncesini, işkencecilere karşı direnmesini asla etkilemez, etkilememiş de. Çünkü asıl olan bilinçle verdiği mücadeleye inanması, mücadele azmi ve direnmesi. Metafor olarak İğde Ağacını dayanak yapması, sırtını dayaması aynı zamanda geçmişinden güç alıp ona sahip çıkmasıdır. 

Bilinçle ve kararlılıkla işkencecilere ve işkenceye karşı direnmesinin temelinde; bireysel hayatında yaşadığı haksızlıklar, aile düzeninin annesini vefatıyla bozulması, genel olarak da mahalledeki, ülkedeki ve dünyadaki haksızlıklara, adaletsizlikle karşı olmasıdır.

Çok sevdiği halde sevdiği kişiye açılamaması/açılmaması belki de kişilik dediğimiz yol ayrımlarından bir tanesi. Açılsa ve sevgili olsa birçok konuda kararlarını etkileyeceği varsayılabilir. Belki de Erbakan bunu bildiği için “O defteri kapattı” Okuduğumuz romanlarda, anılarda ve anı romanlarda bu tür ilişkilerin mücadele seyrini değiştirdiğini görüyoruz.

Yaşananları, Erbakan’ın anlatımıyla, sevgili arkadaşım, güzel dostum, yazar, Ahmet Suat Düzgün’ün kaleminden okumak bir ayrıcalık. Düzgün, Önce Babam Sonra Çinçin Öldü, Sersem ve Kuyunun Çocukları romanından sonra “İğde Ağacının Gölgesindeki Devrimci” kitabıyla da gönüllere giriyor ve yazarlar dünyasında yerini pekiştiriyor.

 Hem Devrimci Yol’cu olmamdan hem de yakın siyasi tarihe olan ilgimden dolayı bu içerikte çokça kitap okudum. Yakın siyasi tarihi içeren kitapların her birinde bilmediğim, duymadığım ayrı, ayrı şeylere tanık oldum. Her işkence edilen yoldaşımın yanında işkence gören, o acıyı hisseden oldum. Sır verenle sır verdim, ser verenle ser verdim ama her kitaptan ayrı bir şeyler öğrendim, ders çıkardım. Her kelimesi kalan yaşamıma ışık oldu, mücadele azmi oldu ve olmaya da devam ediyor.

 “Beni işkence odasından bir hışımla dışarı çıkardılar. Kapının dip kısmında, duvar dibinde duran kalorifer peteğine götürüp, peteğin yanındaki boruya kelepçelediler. Sanırım tuvalete gidip gelmek için bir süreliğine bağlamışlardı. Orada kör karanlık içinde gözlerim bağlı onları beklerken tatlı hayaller kuruyordum ama buna fırsat verilmiyordu ki. Böyle halsiz ve bitkin halde dikiliyordum ayakta. Yorgundum ve gözlerimi gerçekten kapatıp uyumak istiyordum. Bir ayak sesi duydum. Beni buraya bırakıp gidenlerin tam tersi istikametten geliyordu ses. Yaklaştı, yaklaştı, sonra ayak sesleri daha sık duyulmaya başladı. Artık dibime kadar gelmişti. Ağzıma sert bir cisimle inanılmaz güç kullanarak vurulmuştu. Kafam koptu sandım. O birkaç saniye içinde ağzımda kırılan dişlerin birini yutmaktan kendimi alıkoyamamıştım. Ağzımı dilimle yoklarken ön üst ve altlarda bulunan birçok dişimin kırıldığını anlamıştım. Gözlerimden yaşlar özgürce kendi kendine sızıyordu. Çenemde ise bir ılıklık hissediyordum.”

“ Ankara’da Sıhhıye’de bir kahvede oturuyordum. Arkadaşlarla kâğıt oynuyorduk. Garson yanıma geldi kulağıma eğildi.

“Ağabeyim, şu ayakta duran adam seni soruyor.” dedi.

Şöyle baktım adamın boyuna posuna tanıdık biri olmadığı kesindi. Ne istiyor acaba diye düşünürken garsona, “Çağır gelsin bakalım.” Dedim. Adam geldi başka bir masaya geçip oturduk. Adama bir çay söyledim. O da gözlerini üzerime dikmiş bakıyordu.

“Ekrem Erbakan sen misin?” dedi.

“Benim evet.” Dedim. Çok heyecanlıydı. Birden bodoslama lafa girdi. Terlemiş ve rahatsız bir hali vardı.

 “Senin dişlerini ben kırdım. Şube’deyken, sen savunmasız kalorifer borusuna bağlıyken sana yaklaşıp ağzına silahımın kabzasıyla vuran bendim. Vicdan azabı çekiyorum. O gün arkadaşlarla pavyona gitmiştik. Alkol de almıştım. Senin mevzuun geçti. Konuştuk. Şu şunu anlatıyormuş, bu bunu anlatıyormuş, ama sen hiçbir şey anlatmıyormuşsun. Kendi kendime iyice doldum. Arkadaşlar da senden nefretle bahsediyorlardı. O halde şubeye geldiğimde, seni de o şekilde görünce, kafam da halen güzel ve sarhoşken, silahımın kabzası ile senin ağzına ben vurdum.” Dedi.

 “İçkiyi bıraktım. Hacca gittim, geldim. Hâlâ rüyalarıma giriyorsun. Ne yapsam, seni kafamdan söküp atamıyorum. Hanımla konuştuk. Ona olan biten her şeyi anlattım. Odur beni buraya yollayan aslında. ’Git, ne yap et, bu adamı bul konuş, bir derdi, sıkıntısı var mı sor ve helalliğini al’ dedi. Kusura bakma kardeş, sana helâllik istemeye geldim.”

 Elleri, ayakları tir tir titriyordu. Tıpkı benim gözlerim bağlıyken savunmasız olduğum gibi savunmasızdı. Belki de kendini daha zor şeylere hazırlayıp gelmişti buraya. Terliyor, sıkılıyor, çayını ağzına kadar götürüp, ağzını sürmeden geri indiriyor, bir şey söylersem ne derim diye ağzıma bakıyordu. Bakarken de eserine odaklanıyordu. Çenemde duran o yarığın, kendine ait olduğunun farkındaydı. Çayımdan bir yudum aldım. Bardağı masaya bıraktım. Gözlerinin içine sevecen bir hâlde bakarak; senin görevin bana işkence yapmaktı ve bunu çok iyi yerine getirdin. Benim görevim de direnmekti, direndim. Şimdi yürü git. Allah işini gücünü rast getirsin!” dedim.