Tek başına yaşamak özgürlüktür derler. Ama bu ülkede kadınsan, özgürlük çoğu zaman hayatta kalma mücadelesiyle gölgeleniyor. Yalnız yaşamak, kendi kararlarını alabilmek, kendi düzenini kurabilmek anlamına gelirken; aynı zamanda sürekli tetikte olmayı, sürekli kaygıyla yaşamayı da beraberinde getiriyor.
Bir yemek siparişi geldiğinde, kapıyı aralar aralamaz paketi alıp kapıyı hızla kapatmak zorunda kalıyorsun. Çünkü gülümsemek bile yanlış anlaşılabilir. Eve girerken adımlarını hızlandırıyorsun; aklına hep aynı ihtimal geliyor: “Ya arkama biri takıldıysa?” Çünkü biz biliyoruz; Ceren Özdemir evinin kapısının önünde öldürüldü, Özgecan Aslan bir minibüste katledildi, nice kadın sırf kadın oldukları için hayattan koparıldı.
Taksiye bindiğinde rahatça yolculuk yapmak yerine, dikiz aynasında gözleri izlemek, konum paylaşmak, yüksek sesle telefonda konuşmak zorunda kalıyorsun. Erkekler için sıradan olan bir yolculuk, kadın için her an tehdit barındırabiliyor.
Sorun tek başına yaşayan kadının yalnızlığı değil, kadınların bu ülkede sürekli yalnız bırakılması. Yasalar caydırıcı değil, koruma kararları çoğu zaman kâğıt parçasından ibaret. Devletin kadınları koruma söylemleri pratikte hayata geçmediği sürece, bizler kapılarımızı korkuyla açmaya, sokaklarda tedirgin yürümeye, evlerimize arkamıza bakarak girmeye mahkûm ediliyoruz.
Ama bütün bu kaygılara rağmen kadınlar yalnız yaşamayı seçiyor. Çünkü kendi evinin kapısını açmak, kendi düzenini kurmak, kendi hayatına sahip çıkmak hâlâ en güçlü direniş. Yalnızlık değil, cesaretin adı bu. Ve unutmamak gerek: Asıl mesele kadınların yalnız yaşaması değil, kadınların yalnız bırakılması.