13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul Boğazı’na işgal gemileri ağır ağır gelip demir attı. Büyük Önder Mustafa Kemal, bu hazin manzarayı gözleriyle gördü, “ geldikleri gibi giderler” dedi. Tam da söylediği gibi oldu. Ancak bunun gerçekleşmesi için yaklaşık 5 çetin yılın geçmesi gerekti. Sonunda Anadolu Ordusu İstanbul’u düşmandan kurtardı. Ancak İstanbul’un, Anadolu Ordusu’na yardımları yabana atılamazdı. Üstelik İstanbul, ne Ankara ne de cephe ile kıyaslanmayacak kadar tehlikeli bir durumun içindeydi. Gelin ayrıntılara beraber bakalım…
Dünya Savaşı bitmiş, Osmanlı pes etmişti. Limni adasındaki bir limanda imza edilen mütareke anlaşması, birkaç gün sonra bütün uğursuzluğuyla memleketin üzerine çökecekti. Tarih 13 Kasım 1918 idi.
Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa cepheden İstanbul’a trenle dönmüştü. Haydar Paşa istasyonunda trenden indiklerinde öğlen saatiydi. Arkadaşı Doktor Rasim ve yaveri Cevat ile birlikte rıhtıma yürüdüler. O sırada düşman gemileri boğazın önlerine doğru ilerleyip demir atıyordu.
Mustafa Kemal, bu hazin manzarayı izlerken, “Hata ettim, buraya hiç gelmemeliydim” diye düşündü. Yaklaşık iki saat sonra deniz trafiği bitti. İşgali kendi gözleriyle gören yolcular Enterprise (sonradan Kartal) isimli gambota bindiler. Savaş gemilerinin arasından geçerken, yaveri Cevad Abbas Yunan Gemisi Averof’u da işgalci gemilerin arasında görünce, kendini tutamadı; gözlerinden yaşlar döküldü. Bu sırada Mustafa Kemal, o tarihî öngörüsünü dile getirdi: “Ağlama çocuk; geldikleri gibi giderler” Yaver Cevat Abbas’ın dudaklarından dökülen sözler dua gibiydi.
-İnşallah onları kovmak size nasip olacak paşam… Mustafa Kemal önce gülümsedi sonra, “bakalım” dedi.İlk aylarda İstanbul’da kurtuluş için çareler arayan Mustafa Kemal, sonunda Anadolu’ya geçmenin etkili bir yolunu buldu ve Samsun’a çıktı. Onun ilk adımı, Milli Mücadele’nin de başlangıcıydı. Amasya’da ilan edilen kutsal isyan, Erzurum ve Sivas’taki kongrelerle millete dayanarak meşru hale geldi. Kongrenin seçtiği temsil heyeti giderek hükümet kuvvetine ulaştı, milletin talepleri sonunda İstanbul’da karşılık buldu. Yeniden açılan Mebuslar Meclisi, Misakı Milli’yi kabul ettiğini ilan edince, İngilizler gerçek yüzlerini gösterdi. O güne dek fiili olan işgali bu kez mütarekedeki haklarına dayanarak resmi bir işgale dönüştürdüler. 16 Mart 1920 sabahı yaptıkları hunharca katliamda, uykudaki mızıka neferlerini süngülediler.
Artık, İstanbul resmen tutsak olmuştu. Mustafa Kemal, meclisi Ankara’da toplanmaya çağırdı. O noktadan sonra milletin ölüm kalım savaşının sorumluluğu Ankara tarafında omuzlandı. Elbette işin başında Sarışın Kurt vardı.
Ankara hükümeti, benzeri ancak filmlerde görülecek dertler mücadele ediyor, giderek dirençli bir ordu kuruyordu. Bu esnada İstanbul’un yardımı çok önemliydi. Anadolu hesabına yapılacak her türlü yardımın idam ile cezalandırılacağı ilan edilmişti.
Esir İstanbul'da, galip devletlerin baskısı altında isyan etmek nasıl bir cesaret gerektiriyordu acaba? Ezici kuvvet sahibi bir otoriteye karşı gizlice mücadele etmek az şey miydi? Casuslar, türlü tuzaklar ve tehlikeler içinde Kuvayimilliyeci olmak ne tür fedakârlıklar gerektiriyordu?
Bundan 100 yıl önce bu soruların cevapları İstanbul'un isimsiz kahramanları tarafından verildi. Ucunda idam cezası bulunmasına rağmen süngülü nöbetçilerin beklediği depolardan cephane sandıklarını aşırdılar. Türk milletinin olan savaş malzemelerini, mukaddes bir kaçakçılık teşkilatı ile Anadolu’da bağımsızlık savaşı veren Türk Ordusu’na yetiştirdiler. Düşman karargâhına sızıp en gizli bilgileri almayı denediler; üstelik sadece erkekler değil, kadınlar da bu faaliyetlerde bulunmanın gururunu yaşadı.
Karakol Cemiyeti’ne gizlice girip yemin edenler, Milli Savunma teşkilatlarına yürekten katılanlar, Hamza/Felah gibi gizli askeri teşkilatlarda aşkla görev yapanlar, M.M. ile karşı istihbarat için yanıp tutuşanlar, Muaveneti Bahriye içinde değme casusluk filmlerine taş çıkaracak numaraları gerçek hayatta sergileyen vatanseverler, Çılgın Türkler değil midir? Aradan bunca yıl geçti, onların anıları silindi gitti. İstanbul’un işgalden kurtuluşunun 100. Yılını karşılamak ise bizim neslimize kısmet oldu. Şimdi bize düşen, o fedakâr kuşağın aziz hatırasına sahip çıkmak değil midir? Onların hikayesini bilmek, geleceğe nakletmek az şey midir?