Bunu hepimiz bir şekilde yaşıyoruz.
Bazen aynaya bakınca başlıyor bu his, bazen başarısız bir günün sonunda, bazen de hayatın üzerimize fazla geldiğini hissettiğimiz bir anda… “Acaba daha iyi bir versiyonum olabilir miydi?” diye fısıldıyoruz içimizden. Kimse duymuyor ama hepimizin ortak düşüncesi bu.
Dr. Frankenstein’ın yaptığı da buydu aslında. Bir beden ve bir ruhu bir araya getirip kusursuz bir yaşam yaratmak istedi. O dönem için çılgın bir fikir gibi görünse de, bugün teknolojiye baktığımızda onun hayalinin bir anda o kadar da uzak olmadığını görüyoruz. Yapay zeka, genetik düzenlemeler, robotik… Hepsi insana “kendini güncelleyebilirsin” mesajı veriyor.
Ama işte mesele tam da burada karışıyor.
Mükemmellik arayışı insanı nereye götürüyor?
İnsanın kendini geliştirmek istemesi çok doğal. Hepimiz daha iyi görünmek, daha iyi hissetmek, daha çok başarmak istiyoruz. Bu istek yanlış değil. Fakat bu arayış kontrolden çıktığında, bizi gerçeğimizden uzaklaştırıyor.
Frankenstein da bu noktada yanıldı. “Mükemmel bir varlık” yaratma isteği, onu kendi sınırlarını görmezden gelmeye itti. Sonunda da kontrolü kaybetti.
Bugün de teknolojiyi kullanırken benzer bir durum var. Elimizdeki araçlar ne kadar güçlenirse, kendimize olan güvenimiz o kadar artıyor. “Ben bunu da yaparım, bunu da değiştiririm” derken bir bakıyoruz ki, yarattığımız şey bizi yönetmeye başlamış.
Telefonlarımız, sosyal medya alışkanlıklarımız, hatta izleme–okuma tercihimiz bile bize ait değilmiş gibi hissettirebiliyor. Tıpkı Frankenstein’ın yaratığı gibi… Bir noktadan sonra kendi yolunu çiziyor.
Asıl canavar kim?
Hikayeyi okuyan herkes yaratığa “canavar” diyor. Ama ben yıllar içinde şunu düşündüm:
Gerçek canavar, yarattığı şeyin sorumluluğunu almayan insan olabilir mi?
Yaratılan varlık doğduğu anda yalnız bırakılıyor, dışlanıyor, anlaşılmıyor.
Bugün de insanlar kendi yarattıkları kimliklerin altında eziliyor.
Sosyal medyada başka bir “ben” oluşturuyoruz ama sonra o benliğin ağırlığını taşıyamıyoruz.
Gerçek hayatta güçlü görünmeye çalışıyoruz ama içimiz kırılgan.
Belki de canavar sandığımız şey, bizim içimizde büyüyen bu baskıdır.
Belki de Frankenstein’ın yarattığı varlık kadar yalnızız.
Ait olma isteği hala aynı.
Frankenstein’ın yaratığı aslında kötü değildi; sadece anlaşılmak istiyordu.
Bir selam, bir söz, küçük bir sıcaklık bekliyordu. Ama kimse ona bunu vermedi.
Bugün toplumda birçok insanın hissettiği duygu bundan farklı değil.
Kalabalıklar arasında görünmez olmak, bir türlü yerine oturamamak, kendine bir alan bulamamak…
Bu duyguların hepsi çok tanıdık.
İnsan, her çağda önce ait olmak ister.
Bilim, teknoloji, ilerleme… Bunların hepsi güzel ama insan ruhunun temel ihtiyacını değiştirmiyor.
Frankenstein bize şunu anlatıyor:
Kendini tanımadan kendini yeniden kuramazsın.
Ne kadar güçlü olursak olalım, ne kadar ilerlersek ilerleyelim, içimizdeki sorular yerinde duruyor
Bugün yapay zeka dünyayı değiştiriyor, bilim sınırları zorluyor, insanlar daha hızlı yaşıyor.
Ama kendimizle olan yolculuğumuz hala en karmaşık olanı.
Belki de önce kendi yaralarımıza bakmalıyız.
Belki de önce kendimizi anlamalıyız.