Hümanist Mi, Gerçekçi Mi? Hayatta Kim Ayakta Kalıyor?

“Bir savaş patladığında insanlar, ‘Uzun sürmez nasılsa, çok aptalca!’ derler. Kuşkusuz savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep ısrar eder; insan, hep kendisini düşünmese bunun farkına varabilirdi. Bu açıktan buralılar da herkes gibiydi, kendilerini düşünüyorlardı; bir başka deyişle hümanisttiler; felaketlere inanmıyorlardı. Felaket insana ilişemez, onun için felaket gerçekdışıdır, geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. Ancak her zaman geçip gitmez; bir kâbustan ötekine insanlar geçip gider; ilk sırada da, önlem almadığından, hümanistler gider.”


Bu satırlar Albert Camus’nün Veba kitabından alıntıdır. Doğruluğu kişinin kendi dünyasında elbette yankı bulacaktır. Ben dahil hepimiz aslında hayata karşı nasıl bir duruş içindeyiz diye benliğimizi yoklayabiliriz. Hümanist miyiz yoksa gerçekçi miyiz?
Camus’nün bu satırları aslında beni tek bir soruya çekti: İnsan hümanist duygularıyla mı hareket eder yoksahayatın tokadını yiyince gerçekçiliğe mi sığınır?


Hafta sonu St. Nicholas Katedrali olarak yapılan, sonrasında Osmanlı’nın fethiyle Lala Mustafa Paşa Camii olan yapının önünde; katedralin yapımıyla aynı yıla gelen asırlık ağacın altında bu konuyu tartıştık. Aslında bizim tartışma konumuz insanlığın üretimiyle ilgiliydi. Hangi his, bizim görüntülü bir telefona ihtiyacımız olduğunu düşünerek bu icadı yarattı? Bu ihtiyaç önce onun zihninde tasarlandı ve “insanlığın buna ihtiyacı var” diye genele yaydı.


O ağacın altında tartışırken fark ettim; insanın hümanist yanı merakı beslerken, gerçekçi yanı icadı zorunluluk haline getiriyor.
Hayaller kuruldukları kadar yaşatılırlar; sen hayal kur, gerçek onun peşinden gider zihniyeti de bu tarife son dokunuşlarını yaptı. Bir de icat yaratmak kadar topluma karşı bu icadın gerekli olduğunu da ikna etmek şart. Atlı arabaların olduğu dönemde otomobile geçmek için nasıl iknalar yapıldı kim bilir. İlk arabanın hareket gücü neydi diye de konuştuk o asırlık ağacın altında. Buhar mı yoksa elektrik mi? Buharlı olan modern otomobil sayılmıyordu; ilk modern otomobili benzinli olarak Karl Benz’in patentlediğini öğrendik. Buharlı taşıtlarla ivmelenen ihtiyaçlar kumpanyası, modern araçla patente kavuşuyor işte.


14. yüzyıl mimarisi katedrale bakarken insan suretleri gördüm ve yine başladık kendi aramızda tartışmaya. Bu simgeler nelerdi diye? İçeriden çıkan ve bizim gibi o ağacın altında bu konuşmaları defalarca yapmış insanlara doğruyu anlatmayı şiar edinen bir görevli, “Onlar dönemin halkını korkutmak ve ibadete gelmelerini sağlamak için yapılan kabartmalı hayvan figürleri. Sizin gösterdiğiniz de bir maymun figürü,” dedi.
İçimden, hümanist bir bakış açısına bu yorum tam anlam kattı diye düşündüm.


Neyse, konuyu dağıtmakta üstüme yoktur benim. Konuşma kendi kıymetinde olan zamanlarda sözcüklerim de böyle yolunu kaybeder ama bir şekilde bağlanır. Evet, insanların ihtiyaçları nasıl belirlenmiş? Hümanistler mi, yoksa gerçekçiler mi? Bir de hümanizm evet, insanı merkeze koyar ama Albert Camus’nün dediği gibi yumuşak karın olarak ilk onlar mı gider? İşte bunu da düşünmek gerekir aslında.


Bazıları, teknolojide atılım yapmış zihinlerin son derece gaddar olduklarını savunur. Hatta bu kişilerin eski çalışanlarıyla yapılan röportajlarda ne dramlar ve şirket içi mobbingler ortaya atılır. Elon Musk’la ilgili okuduğum kitapta, çalışanlarına karşı zaman zaman aşağılayıcı bir dil kullandığı, iş yetişmediğinde bağırdığı ve ekip üzerinde yüksek baskı kurduğu anlatılıyor. Çalışanların bir kısmı bu ortamı “sürekli sınavdaymış gibi hissetmek” olarak tarif etmiş. Yani zeka düzeyiyle övülen dehalar bazen duygusal zekâyı tamamen göz ardı edebiliyor.


Bir diğeri, cep telefonu dünyasında devrim yapan Steve Jobs. O da bir dehadır; ancak çalışan ekibine karşı son derece gaddar olduğu yine eski ekip arkadaşları tarafından dile getirilir. Dile getirenler sadece kaba tavra maruz kalan çalışanları değil; onun ekibinde bulunmuş dostlarıdır. Dostları, “Evet, işinde son derece acımasızdır ama ne yapalım, onun da süper gücü bu,” demişlerdir.


Peki ilk hareketli montaj hattını kuran ve Model T ile maliyetleri müthiş şekilde düşüren Henry Ford nasıl biriydi? Onu tanımlayan; otoriter, kontrolcü, hatta paranoyak eğilimler gösteren biri olmasıydı. Oğlu Edsel’e yıllarca uyguladığı baskının, Edsel’in trajik sonuna gölge düşürdüğü birçok biyografide anlatılır. Bu baskı ortamının, baba-oğul ilişkisinin tüm dengelerini bozduğu ve Edsel’i derinden yıprattığı sıkça vurgulanır.
İşte tam burada tablo ters yüz oluyor; çünkü bu büyük icatların ardındaki zihinlerin ne kadar “insancıl” olduğu ayrı bir tartışma konusu.
Bu tatsız örnekler, “başarılı olanlar hümanist yoldan gidenler değil, paranoyak derecede gerçekçi olanlardır,” sonucunu haklı çıkarır mı? Ya da bu örnekler tek başına yeterli mi?


Diğer konumuz neydi: Hümanistler gerçekten yumuşak karın mı?
Bu örnekler bana şunu düşündürdü: Hümanist olanlar gerçekten ilk gidenler mi, yoksa acımasız gerçekçiler mi ayakta kalıyor?
Yazının çerçevesi Albert Camus’den ilerliyor gibi görünebilir ancak örneklendirmeleri çeşitli tutmaya gayret ediyorum. Bu gayret aslında bir sonuç değil; bir düşünce jimnastiği. Belki de bütün bu soruların cevabı şuradadır: İnsanı ayakta tutan, hümanist kalacak cesareti gösterebilmek ile gerçekçi kalacak gücü bulabilmektir.