İŞTE O GERÇEKLER
1924 Anayasası ile devlet, “dini ve ırkı ne olursa olsun Türkiye halkının tamamını Türk yurttaşı olarak adlandırmış ve YURTTAŞLARI ARASINDA İNANCA YA DA ETNİK KİMLİĞE GÖRE AYRIM YAPMAYACAĞINI söylemişti” ama uygulama öyle olmadı.
Siyasi iktidarlar, yeni devleti ya da çeşitli niteliklerini benimsemeyen, kurulmakta olan düzeni eleştiren, hemen herkesi devletin kalıcılığı için tehlike olarak görüyor ve onlarla mücadele siyasi iktidarların başlıca uğraş alanları arasında yer alıyordu. 1926 yılında İtalya’dan alınarak Türkiye’ye uyarlanan Ceza Yasası’ndaki birçok suç tanımına, bu mücadele araçlarından birisi olarak yer verilmişti.
Yurttaşlar arasındaki – Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Araplar, Çerkesler gibi- yirmiyi aşkın farklı etnik grubun varlığı tehlike olarak görülmüyordu ama yeni devlet kurulduktan sonra da İngilizlerin himayesinde ayrı bir Kürt devleti kurma hayallerinden vazgeçmeyen ve üniter Türk devletinin temel niteliklerini benimsemeyen Kürt siyasetçilerin önderliğindeki hareketler, devletin bütünlüğü için büyük risk olarak görülüyordu. Bunun nedeni ise, Kürt siyasetçilerin, 1924 – 1937 yılları arasında, hilafet yanlısı dinci söylemlerle ve aşiretlere dayanarak düzenledikleri ve bir kısmını İngilizlerin ya da Fransızların desteklediği çeşitli boyutlardaki 25 isyandı.
Her isyan bastırılsa da sonrasında, Kürt siyasetçilerin etkisi altındaki Kürtlere karşı güvensizlik duygusu daha da artıyordu. Bu dönemde Kürt yurttaşlara güvensizlikle bakan Türk siyasetçilere göre Kürt sorunu, “Hilafet yanlısı Kürtlerin üniter Türk devletine karşı her an isyana hazır bir tehlike” olmalarıydı.
İsyanların asıl nedeninin Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yörelerdeki iktisadi, toplumsal, kültürel geri kalmışlık; aşiret ve ağalık düzeni olduğunu belirten ve bu feodal düzene son verecek uygulamalarla sorunun çözülmesini öneren birkaç resmi rapor bu güvensizlik nedeniyle çok fazla önemsenmedi.
Raporlardaki önerilerin tersine o düzen korunarak, Kürt etnisitesine yönelik ayrımcı ve ötekileştirici “güvenlikçi yaklaşım” on yıllarca sürdürüldü. Siyasi iktidarlarla iyi ilişkiler kurarak güvenini sağlayan aşiret liderleri ve toprak ağalarının iş birliği ile devlet egemenliğinin Kürtlere kabul ettirilmesi tercih edildi. Onlarla kurulan bu ilişkiler, yüz yıllık Cumhuriyet tarihinde bir kez bile toprak reformu yapılmamasının ve feodal düzenin tasfiyesine yönelik çaba harcanmamasının başlıca nedenlerinden birisi oldu.
Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da yükselen ırkçı milliyetçilik Türk siyasetçileri de etkiledi ve o dönemden sonra gelen bütün siyasi iktidarlar, etnik kimliklerini koruyarak varlıklarını sürdüren yurttaşları hedef gösteren ırkçı / milliyetçi yayınlara uzun süre duyarsız kaldı. Örneğin, 1934 yılında, Trakya Olayları denilen saldırılarda Yahudi yurttaşlara, 1955 yılındaki 6-7 Eylül Olayları’nda İstanbul’daki Rum yurttaşlara yönelik saldırılar iktidarların bu duyarsızlıklarının sonucunda yaşandı.
Kürt nüfus ise o iktidarların anladığı “ulusal birlik ve beraberlik” için en önemli sorunlardan birisi olarak görülüyordu.
O yıllardan günümüze değin bütün iktidarların “Kürt sorunu” algısı, 13 yılda 25 isyanın yaşandığı yörelerdeki Kürtlerin varlığına dayalı “ya yine isyan edip ülkenin bölünmesine yol açarlarsa” endişesiydi.
Irkçı/milliyetçi yaklaşımlarla, “Kürtlerin yurttaşlık haklarını etnik kimliklerini koruyarak kullanmalarına karşı önlemler, Kürtçenin kullanımının yaşamın her alanında engellenmeye çalışılması” bu endişenin sonucuydu. Bu uygulamalar iktidarların bekledikleri sonucu vermeyince, özellikle askeri darbelerle iktidarı ele geçirenler, sorunun çözümünü, Kürtlüğü ve Kürtçenin varlığını inkâr etmekte gördüler. Bu amaçla, bilim dışı, saçma, gülünç ve akla zarar açıklamalarla dolu yayınlar yaptırıldı, tezler savunuldu.
1924 Anayasası’ndaki “Türkiye halkına din ve ırk farkı olmaksızın YURTTAŞLIK YÖNÜNDEN TÜRK ADI VERİLİR” söylemi, 1961 Anayasası’nın 54. Maddesiyle “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” biçiminde değiştirilerek devletin yaklaşımı haline getirildi ve “iktidarların Kürt etnisitesini inkâr siyasetine” anayasal zemin oluşturuldu. 1982 Anayasası’nın 66. Maddesinde de aynı söyleme yer verildi. Bu bağlamda devlete göre KÜRT SORUNU “ya yeniden isyan ederlerse endişesinden” Kürt etnisitesinin varlığına dönüştü. Kürtler içinse sorun, devletin etnik varlıklarını tümüyle inkâr etmesiyle, “yurttaşlık haklarını etnik kimliklerini koruyarak kullanamamanın” çok ötesine geçti.
Artık, Türkiye’de Kürt varlığından, Kürt sorunundan söz eden ve sorunun barışçıl biçimde demokratik yollarla çözümünü savunanların “Türkiye’nin ulusal birliğine karşı çıkmak ve bölücülükle” suçlanması için yeterli görüldüğü bir dönem başlamıştı. Bu konularda araştırma yapan bilim insanları sorgulanıyor, içeriğinde bu tür söylemler bulunan yayınlar yasaklanıyor, toplatılıyor ve yazarları hapsediliyordu.
On yıllarca süren bu yaklaşım da doğal olarak konuya ilişkin hiçbir çözüm üretmediği gibi sonraki on yıllar içinde sorunun daha da büyümesine, yeni boyutlar kazanmasına ve uluslararası nitelik kazanarak Ortadoğu’daki Kürt sorunuyla birlikte ele alınmasına yol açtı.
12 Eylül darbe döneminden sonra iktidara gelen ANAP’ın 1980’lerin ikinci yarısında ve AKP iktidarının 2013 yılında gündeme getirdiği “çözüm süreçleriyle”, Kürt sorununa yaklaşımda değişiklik yapılmasına yönelik bazı girişimler de başarılı olmadı; devletin ve siyasi iktidarların konuya ilişkin yaklaşımı yakın zamana değin değişmeden günümüze gelindi.
PKK, terör sorunu ve Kürt sorununun çözümü
Sovyetler Birliği’nin 1970’li yıllarda ABD ile rekabeti kapsamında desteklediği, dünyanın çeşitli ülkelerindeki ulusal kurtuluş savaşlarına özenen üniversite öğrencisi Abdullah Öcalan, bir grup arkadaşıyla birlikte, Kürtler yönünden sorunu “Türkiye Cumhuriyeti ile savaşarak çözme” hayaliyle, Güneydoğu Anadolu’da “Apocular” diye anılan, “çete niteliğinde, Kürt milliyetçisi bir siyasi hareket” oluşturmuştu.
Hareket 1978 yılında, kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlayan Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) dönüştükten sonra eylemlerine, Güneydoğu Anadolu’daki sosyalist devrimci örgütlerin çok sayıda üyesini öldürerek başladı. Daha ilk eylemlerinde PKK, sosyalizmle ilgisi olmayan, şiddet yanlısı, Kürt milliyetçisi bir örgüt olduğunu göstermişti ve sonraki yıllarda kendisini tanımlayışında değişiklikler yapsa da bu niteliğini korudu.
PKK’nin, “Türkiye Cumhuriyeti ile savaşarak bağımsız Kürt devleti kurma” hayaliyle 15 Ağustos 1984 günü yaptığı ayaklanma çağrısından sonra Güneydoğu’daki şiddet eylemleri, devletle barışık aşiret köylerine saldırıları ve öğretmen, mühendis, doktor gibi kamu görevlilerine yönelik cinayetleri yoğunlaştı.
Siyasi iktidar, başlangıçta “asayiş sorunu” olarak gördüğü bu olaylar yaygınlaşınca, PKK’yi terörist bir örgüt, yaşananları terör sorunu olarak niteledi ve sorunu çözmek için TSK’yi görevlendirerek 40 yıl sürecek askeri mücadele başlattı.
O günlerden günümüze değin, 40 yıldır süren “PKK ile mücadele sürecinde”, büyük çoğunluğu Türk ve Kürt gençlerinden oluşan on binlerce insanımız ve yüz milyarlarca dolarlık maddi kaynak boş yere yitirildi.
Oysa bu maddi kaynak, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yörelerdeki iktisadi, toplumsal, kültürel geri kalmışlığı yaratan feodal aşiret ve ağalık düzenine son vermek, Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları olarak, haklarını etnik kimliklerinden vazgeçmeden, özgürce kullanacakları yeni bir düzen kurmak için harcansa ne PKK’yi 40 yıl boyunca var eden ve yaşatan toplumsal zemin kalacak ne de onca insanımız yitirilecekti.
Ancak, sorunun çözümü için bu yol düşünülmedi. Çünkü, Kürtlüğü de Kürt sorununu da yok sayan iktidarların çoğu, PKK’nin hangi gerekçelerle ve hangi koşullarda ortaya çıktığı, Güneydoğu Anadolu’da neden zemin bulduğu, varlığını büyüterek sürdürebilmesinin dayanakları üzerinde hemen hiç durmadı. 1937 yılından “PKK sorununun” ortaya çıkışına değin, çatışmasız geçen süre boyunca etnik kimliklerini koruyan Kürtlerin, yurttaş olarak duyguları, yaşamları, onlarla ilgili olarak yapılan/yapılmayan uygulamaların dayanağı siyasetler nesnellikle sorgulanmadı. Bu tür uyarılar dinlenmedi.
Başbakan Süleyman Demirel'in 1992 yılında Diyarbakır’da yaptığı “Kürt realitesini tanıyoruz” açıklamasıyla Kürtlüğün inkarından vaz geçilmiş olsa da uygulamada pek değişiklik olmadı. Soruna, etnik boyutu göz ardı edilerek, yalnızca bölgesel geri kalmışlık olarak yaklaşıldı. Bütün iktidarlar, “Güneydoğu sorunu ile terör sorunu ayrıdır. PKK ile mücadele sürecek, Güneydoğu sorunu çözülecek” söylemiyle, Kürtlere güvensizliğe dayalı “güvenlikçi siyaseti” savundular ve sürdürdüler.
PKK’nin şiddet ve cinayet eylemlerinin yoğunlaştığı, batıdaki büyük kentlere yayılmaya başladığı o dönemlerde Kürt sorununa dikkat çekenlerin, nedenleri ortadan kaldırılmadıkça, sorunun, askeri yöntemlerle çözülemeyeceği, uluslararası nitelik kazanma potansiyeli olduğu, başkalarının da karışmasıyla Türkiye’nin üniter niteliğinin tartışma konusu yapılacağı yolundaki eleştiri ve uyarıları dikkate alınmadı. Tersine, bu tür söylemlerin sahipleri hakkında “bölücülük savlarıyla” ceza soruşturmaları açılıyordu.
***
“TÜRKİYE’DEKİ KÜRT SORUNU”,
ARTIK “ORTADOĞU’DAKİ KÜRT SORUNU” İLE
BİRLİKTE ANILIYOR
Suriye’de 2003 yılında PKK’nin desteğinde -belki öncülüğünde- kısa adı PYD olan Demokratik Birlik Partisi kuruldu. Abdullah Öcalan’ı siyasi önder kabul eden PYD, PKK’nin uzantısı gibi çalışıyor, Türkiye’den ayrılan PKK üyelerinin katılımıyla her geçen gün büyüyordu.
En büyük bileşeni PYD’nin askeri örgütü YPG olan ve Kürt, Arap, Süryani, Ermeni, Türkmen örgütlerinin birliğiyle kurulan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) hem 2011 yılında başlayan iç savaşta hem İŞİD’le mücadelede ABD’den aldığı para ve silah desteğiyle güçlenerek Suriye’nin kuzey doğusunda, Türkiye’ye komşu geniş bir alanı ele geçirdi. Bu alanda “Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi’ni” kurdu.
2024’te, ABD ve İngiltere’nin tercihiyle öne çıkan muhalif örgütlerden HTŞ’nin öncülüğündeki bazı gruplar Esat liderliğindeki BAAS iktidarını devirip iktidarı alınca sıra Suriye’nin yeniden yapılanmasına geldi.
Bu yapılanmada, SDG elinde tuttuğu alanda Kuzey Irak’takine benzer biçimde, federal bir devlet kurulmasını umuyor. İsrail, uzun erimli gelecek güvencesi düşüncesiyle bütünleşmiş, üniter bir Suriye devleti istemiyor. ABD, İngiltere ve Fransa yüz yıllık Ortadoğu planlarına uygun gördükleri için SDG’nin beklentisine sıcak bakıyorlar. Suriye’nin geçici yönetimi ise kendisini destekleyen Türkiye’nin bu konuya farklı baktığını bildiği için kararsız görünüyor.
Suriye’deki yeni yapılanma gündeme geldiğinde, başta ABD olmak üzere, emperyalizmin Ortadoğu planları ile ilgili ülkelerin dışişleri sözcüleri birbirine benzer söylemlerle, bu konuda Türkiye’nin öncü rolünden söz eder oldular. Bundan hoşnut olan Türk hükümeti bu rolü üstlenmeye hazır ama içinde, Türkiye’ye komşu özerk Kürt yönetiminin de bulunacağı federal bir Suriye devleti yapılanmasına karşı ve razı edilmesi kolay değil.
İlgili ülkeler, yeni Suriye yapılanması için Türkiye’ye öncü rolü biçerken, belki bir yandan da “SDG’nin Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi’ni koruyarak PKK’nin Türkiye’den çekilmesi ve eylemlerine son vermesini; böylece Türkiye’yi on yıllardır uğraştıran “terör sorununu” bitirme karşılığında Türk hükümetinin Suriye’de federal bir devlet yapılanmasına karşı çıkmamasını sağlayabilir miyiz” sorusunu yanıtlamak için sürekli zemin arıyorlar.
Suriye’de bunlar yaşanırken, ırkçılığa dayalı Türk milliyetçiliğinin önderi ve düşman ilan ettiği Kürt siyasi hareketlerini, onlarla görüşülmesini, Kürt sorunu için barışçı çözüm önerilerini, hatta “Kürt sorunu” söylemini bile “Türkiye’nin beka sorunu” olarak gören; 2013’deki çözüm girişimini “ihanet süreci” olarak adlandıran D. Bahçeli bir gün ilginç biçimde DEM Parti’yle yakınlaştı. PKK önderi Abdullah Öcalan’ı “PKK’nin feshedildiğini ve silahların bırakıldığını” açıklamaya çağırdı. Bahçeli’nin çağrısı, muhatapları dışında herkesi şaşırtırken, öteden beri barış yanlısı olanları çok sevindirdi. 40 yıldır süren “savaşı” başlatan ve sürdüren PKK ve önderi A. Öcalan bile, ilginç biçimde barış yanlısı oluverdi.
Bahçeli’nin ve PKK’nin bilinen kimlikleriyle hiç uyuşmayan bu yaklaşım farkının oluşumundan önce kimlerle düşünce alışverişi yaptıkları, bu değişime nasıl karar verdikleri bilinmez ama açıklamalarında görülen bu köklü değişiklikler ile Suriye’nin yeniden yapılanmasında Türkiye’ye öncü rolü biçilmesi arasındaki eş zamanlılık göz ardı edilmemeli.
***
YAŞANMAKTA OLAN SÜREÇ HANGİ SORUNU ÇÖZECEK?
D. Bahçeli’nin başlattığı ve onun önerileriyle biçimlenen süreçte rol alan tarafların söylemleri ve beklentileri o kadar farklı ki, sonuçta nereye varılacağını kestirmek neredeyse olanaksız.
Taraflar “barış” konusunda aynı görüşteymiş gibi görünüyorlar ama Kürt siyasetçiler ve “baş müzakereci” olarak niteledikleri A. Öcalan, barış için “Türkiye’deki Kürt sorununun çözümünü” ön koşul olarak görürken, siyasi iktidar bu sorunu ağzına bile almıyor, yalnızca “terör sorunundan” söz ediyor; kimseyle, hiçbir pazarlık yapılmadığını söylüyor.
Kısacası, her sorunun çözümünün birinci koşulu olan “farkındalık, sorunun saptanması ve tanımlanması” konusunda taraflar hala çok ayrı noktadalar. Birbirlerine ne ölçüde yaklaşırlar, hangi noktada birleşirler sorusu bilinmezliğini koruyor.
Bu koşullarda, 40 yıldır yaşananların üzerine sünger çekecek yasal düzenlemelerle ve Suriye’deki gelişmelere bağlı olarak belki şimdilik “terör sorunu” bitirilerek “barış” sağlanacak ama “Kürt sorununa” çözüm arayışları daha yıllarca sürecek gibi görünüyor.
OYSA İŞTE ÇÖZÜM
İlk yazıdan bu yana bütün nesnel gerçekliğiyle, oldukça ayrıntılı biçimde anlatmaya çalıştığım gibi;
TÜRKİYE’DEKİ KÜRT SORUNU,
· Yalnızca bir güvenlik sorunu değil; kimlik, temsil, eşitlik ve tarihsel adalet sorunu olması,
- Kaynağında, devletin resmî ideolojisiyle Kürtlerin kolektif talepleri arasındaki gerilimin bulunması,
- İktidarlarca uygulanan inkâr, asimilasyon ve dışlama siyasetlerinden, çeşitli söylemlere karşın, gerçekten vazgeçilmemesi,
- Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgedeki derin yoksulluktan, adaletsiz ve çağ dışı üretim ilişkilerinden de etkilendiği bilinmesine karşın, bunu değiştirecek hiçbir köktenci adım atılmaması,
- Ülke genelindeki demokratikleşme yoksunluğu, siyasi irade yetersizliği, toplumsal kutuplaşma ve çözüm süreçlerinin araçsallaştırılması yüzünden barışçıl biçimde ele alınmaması ve
- Çözümü için nesnel bilgi, niyet, istek ve kararlılık gerektiği; milliyetçi saplantılardan uzak demokratik siyaset, müzakere kültürü ve toplumsal uzlaşıdan başka bir çözüm yolu olmadığının taraflarca on yıllardır kabullenilmemesi
Nedenleriyle, 1930’lu yıllardan beri yaşanıyor.
Eğer bu gerçek tüm taraflarca kavranırsa, ortak bir noktada buluşulmuş ve Türkiye’deki Kürt sorunu “yaygın ve ortak farkındalık” ile herkesçe kabul görecek nitelikte “saptanmış ve tanımlanmış” demektir.
Bundan sonrası kolaydır.
Emperyalizmin planlarıyla Suriye’de ne olup bittiğine bakarak değil, orada ne olursa olsun, tarafların bu ortak kavrayış ve kabulleriyle nedenlerini ortadan kaldırdığı Türkiye’deki Kürt sorunu, üniter Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğü içinde kalıcı biçimde çözülmüş olacaktır.