“Her Gün Biraz, Bir Gün Çok Eder!”

“Amacı olmayan bir gemiye hiçbir rüzgâr yardım edemez.” diye söylemiş Seneca. Bence gerçekliğin saf halini nasılda kelimelere dökmüş. İzlediğim bir içerikte, 70 yaşında, yıllardır Ardahan’da esnaflık yapan küçük çaplı bir işletme sahibini gösteriyordu.

Hem içeriği hazırlayan hem de yorumlar, esnafın düzeninden bahsediyordu. Gerçekten her şey alfabetik bir kütüphane gibi bölümlere ayrılmış, dükkanın içi rengarenk… Her renk kendi lisanını konuşuyor gibiydi. 70 yaşındaki emektar çınar: “Ben renksiz ürün almam. Dışı renkli olmalı. Mat renkler beni karamsar yapıyor.” diyor. Vizyon ve yenilik; lokasyon, kültür ya da yaş seçmiyor. Ardahan’da bile hayat buluyor.

Vehbi Koç’a soruyorlar: “Sen bu parayı, çok parayı nasıl buldun?” Cevabı başka bir yerden veriyor: “Sen ‘çok parayı nereden buldum’ diye sorma, asıl ‘ilk parayı nereden buldun’ diye sor. O daha önemli.” Belli ki o söz, onun anlatıcılığında muhatabıyla arasındaki elçi olmuş. Bir aile şirketi, zor bir hayat… Abisinin yıllara meydan okuyan parçaları birleştirerek oluşturduğu makinayla kurulan bir iş. O makina hâlâ fabrikasında, en anlamlı yerde misafirleri selamlıyor.

Biliyorum bazıları sıfırdan gelmelere inanmıyor. Onlara göre öyle bir şey olamaz. “Her gün biraz, bir gün çok eder” sözü, kulağa güzel gelen ama içi boş bir teselli gibi. Yine biliyorum, inanmayışlarına sosyal medyada lüks hayatlar içinde olan ve bitmeyen değirmen suyundan kana kana içenler, her gün bir çimento atıyor. Ama biz, suyun; tulumba gibi çalıştıkça akan tarafına bakacağız. Başka çaremiz de yok. Suyu görüp ama çorak çöllerde aç susuz kalanlar varsa, “En büyük başarı, hiç düşmemek değil, her düşüş sonunda kalkıp yola devam edebilmektir.” diyen Konfüçyüs fikrini düşünsünler.

Geçen sektörden bir dostumla konuşuyorduk. Yıl 2009. Samsun’da Eğitim Araştırma Hastanesi’ni devreye alıyoruz. O cihazın başında, ben bilgisayar başında çatılarda mekik dokuyorduk. Yine başka bir çatı… Karabük Kares AVM projesi. Soğuktan korunmak için ısıtıcı yakmıştık ve o ısıtıcı kabanımı yakmıştı. GORA’ya selam olsun; ateş, su, tahta, çatı… Başarının eşsiz formülü gibiydi: doğaçlama, emek ve mizah. Uygulama, proje satış ve ardından kendi şirketime giden yolda suyun çıkması için yeterince uğraş verdim diye düşünüyorum.

Ama o paslı parçaların birleşiminden çıkan elmas ışıklı makina gibi, benim serüvenimde de en başta eşim, ortaklıklarım, ekibim ve tüm paydaşlarım destek oldu; o destek ışıklar saçtı işte. Tıpkı Ardahan’daki vizyonun suya vuran renkli gölgeleri gibi, binlerce kişi sıfırdan başlayarak kendi şirketlerinin sahibi oldu. Geçen gün, sürekli gittiğim butik AVM’nin üst katına ilk defa çıktım ve çok güzel bir kitap eviyle tanıştım. Ayrıca sahaf… O kitap evinde “Dünyayı İnşa Edenler” adlı bir kitap dikkatimi çekti ve aldım. Gece Malatya’ya iş seyahatim vardı, yazımı hafif olan bu kitap çok iyi tamamladı. Ahmet Çalık, Erhan Boysanoğlu, Erol Üçer, Gönül Talu, Hüseyin Arslan ve daha nice iş insanlarının yaptığı mucizelerden bahsediyor. Hatta birkaçının adını ilk kez duydum ve hayatlarını okuyunca “Şimdiye kadar neden yolum kesişmemiş?” diye hayıflandım.

Dönüş yolunda, havalimanında işinde çok üst düzey ve teknik konulara hâkim bir tanıdığımla karşılaştım. Kitap ve projeler üzerine birkaç cümlelik bir sohbet bile o geceye ışık tuttu. Öyle ya, bu insanların birçoğu da zor şartlar altında nefes almaya gayret etmişler ve vizyonlarını en büyük yol arkadaşı edinerek asla arkalarına hayıflanmak için bakmamışlar. Arkalarına sadece geçmişlerini unutmamak için bakmışlar. O zaman Ardahan’dan Edirne’ye, hatta dünya vatandaşlığı kültürüyle ve vizyonuyla… Arkamıza sadece geçmişi unutmamak için bakarak, başarı denizinde tam yol gidelim.

Ve belki de tüm bu hikâyelerin altında, amaç ve anlam konusunda zihnimde kuyu açan Camus’nün düşüncesi var. Her ucu sivri taşı çıkarmak ve neyi neden yaptığımızı görmek bize düşüyor…