HASTANE KORİDORARI -I-

Zemin kattaki polikliniklerin olduğu kapının girişi. Sabah kalabalığı. Ortalık ana-baba günü. Ufak tefek iki genç kadın sarılmış ağlıyorlar! İkisinin dışında, gelip geçenlerin bazıları üzgün bakıp geçiyor. Birkaç kişi kendi kendine söyleniyor: “Giriş kapısını kapatmışlar, sorumsuzlar, ağlayacaksan, geç kenarda sarıl ağla!..” öyle ya acını kenarda yaşa bize ne!

Biz ne zaman bu hale geldik? Aklıma sokak canlıları için gözyaşı döken, kendini, yüreğini parçalayan kadınlar geldi, onlar görseler bu iki kadını ne yaparlardı ya da kendi kendine çemkirenlere ne cevap verirlerdi?

Gözlerim doldu, gözyaşlarımı tutamadım. Hastanenin girişinde sabah kalabalığının ortasında ağlamak da varmış. Bir ayağım ileri, diğeri geri gidiyor. Geriye dönüp, x-ray cihazının önünde, omuzlarına dokunup kenara çekilin kardeşim demek geldi içimden çekindim. İkisi de genç ve tesettürlüler. O ruh haliyle benim duygularımı anlayamayabilirler ve tersleyebilirlerdi. Utanç ve usanç içinde vazgeçtim.

Tekrar x-ray cihazına doğru yöneldiğimi sanarak, x-ray cihazının dışına doğru yürümüşüm. Gözyaşlarımla fark etmemişim. Güvenlik: “Hop hooop, uzun saçlı, şapkalı bey, beyefendiiiii” ben farkında değilim, karşıdan gelen bir kadın: “Beyefendi, ters yerden giriyorsunuz, güvenlik size sesleniyor” geri döndüm, telefonumu kenara koydum, x-ray cihazından geçtim. Arkamdan cihazdan geçenler “Ne derdi var garibin, gözleri yaşlı, nerden girdiğinin bile farkında değil.” oysa dert benim bedenimde değil ama yüreğimin tam da ortasında…

İçeriye girerken suyumdan bir yudum aldım, biraz rahatladım. Gastroenteroloji polikliniğine kaydımı yaptırdım. Kaydeden mavi gözlü, ağzında kocaman sakız olan kadın istifini bozmadan, burnuyla ne tarafa gideceği gösterdi. “Koridorun sonunda beyefendi” salon çok da kalabalık değil. Boş bulduğum oturaklardan birine iliştim. Dudaklarının iki yanından çenesinin altına kadar bıyıkları sarkık bey: “Geçmiş olsun gardaş, derdin ne?” “Derdim yok, öylesine kontrole geldim.” Yalan yok, sevmiyorum tanımadığım insanlarla rastgele bir şeyler konuşmayı. Cevabım net olunca, bir şey demedi. Biraz kıpırdandı duramadı. “Adın ne gardaş?” Duymazdan geldim. “İnsanlar da bi tuhaf oldular” dedi, kendi kendine. Sözü ortaya gibiydi ama hedef bendim, aldırmadım. “Memleket nere gardaş?” “Dünya” dedim. Kafasını bir sağa bir sola salladı, belli belirsiz. “Eyvallah da senin memleket nere?” istediği cevabı alamadığından mı yoksa hiç duymamış mı insanın dünyalı olabileceğini, yüzü asıldı, soldu. Biraz da üzüldüm haline nedendir bilmem! İstediği cevabı vermesem, yakamı bırakmayacak. “Kırıkkale” dedim. “Hah şööle emşerim, ben de gırıggaleliyim, hemi de Keskin’den” o sormaya devam etmedi ben de ayrıntıya girmedim.

Bir çocuk avazı çıktığı kadar bağırıyor, şeker istiyor. Annesi, babası susturamıyor, burada şeker satılmadığına ikna edemiyor. Yan tarafta oturan modern giyimli! Fazla kumaşı olan giysiye parası yetmemiş belli ki azıcık bir şeyler dolamış bir yerlerine. Bir çikolata çıkarıp küçük kız çocuğuna verdi. Hava sıcak, çikolata biraz yumuşamış, şekli bozulmuş, hatta erimeye yüz tutmuş.

Yanımda oturan sarkık bıyıklı adamın yedi yaşlarında; saçlarından ve yüzünden ne oğlan ne de kız çocuğuna benzetemediğim çocuğun gözü kız çocuğunun elindeki çikolatada. Çikolata veren kadınla göz göze geldik, gözlerimle, çocuğu işaret ettim. “Gel evladım sana da vereyim” çocuk babasının gözüne baktı, babası gözleriyle “al” işareti yaptı. Çocuk aldı. Üç yaşlarındaki kız çocuğuyla “çikolata arkadaşı” oldular. Çikolataları yediler. Başladılar birbirini kovalamaya. Öylesine keyifle koşuyor, coşuyorlar ki gözlerinizi yumsanız, çocuk bahçesinde onlarca çocuğun arasında olduğunuzu düşünürsünüz. Oynayacak bir arkadaş ya da çikolata bulmuş olmanın heyecanı ve sevinci var içlerinde. Çocuklar kimi bulsa oynar, bir şey merak etmez, hemen kardeş, arkadaş olur. Büyük, adını memleketini sorar, merak eder!..

Devamı haftaya…