Saat 4.30’da ezan sesiyle uyandım. Bir daha uyuyamadım.
Uyurum umuduyla 5.30’a değin yatakta oyalandım.
O arada, bin türlü şey düşündüm.
Aklıma, ülkenin 1960’lı, 1970’li, 1980’li yılları takıldı.
Gençliğimin, geleceğe yönelik umut dolu yılları…
O dönemde, geri bir tarım ülkesi olarak tanımlanan Türkiye, bugünlere göre çok daha yoksuldu ama çok daha aydınlıktı.
Bir avuç varlıklı aile dışında, halkın büyük çoğunluğu yoksuldu ama gelecek kaygısı taşımıyorlardı.
Açlık çeken, sokakta yatan, evsiz, barksızlar varsa bile, çok azdı.
İnsanlar kıt kanaat geçiniyorlar, ülkemiz kalkınacak, yoksulluk bitecek diye düşünüyorlardı.
Gazeteler yüz binlerce, kitaplar on binlerce basılıyor, satılıyor ve okunuyordu.
Sinemalar, yabancı filmleri, gösterime çıktıktan ancak birkaç yıl sonra, fiyatı düşünce getirebiliyorlardı ama kapalı gişe oynatıyorlardı.
Büyük kentlerdeki tiyatrolar her gece doluyordu. Bunların bir bölümü devlete ait tiyatrolardı.
Konusu, halkın sefaleti, sefaletin nedenleri, baskı, sömürü olan oyunlar çok daha fazla sahnede kalıyordu.
Ülkenin ve halkın durumu; geri kalmışlık, yoksulluk, sömürü, gelir adaletsizliği, bölgesel farklılıklar, ABD emperyalizmine bağımlılık, demokrasideki eksiklikler gazetelerde ve Anayasal güvence altındaki özerk TRT’nin radyolarında ve televizyonunda konuşuluyordu.
O yıllarda, gündemi dolduran en önemli konu, Türkiye’nin başat sorunu, geri kalmışlıktı.
Bunun nedenini ABD emperyalizmine bağımlılık olarak gören, devrimci, demokrat, ilerici üniversite gençleri, geri kalmışlığa karşı, “tam bağımsız Türkiye” sloganıyla kitlesel tepkiler vermeye başladı.
Onlara karşı çıkan kesimin gençleri ise; bir yere bağımlı olmak zorunluymuş gibi, “Amerika gitsin, Rusya mı gelsin” diyerek, ABD emperyalizmine bağımlılığı içlerine sindiriyorlardı.
O yıllarda; babamın faşist İtalyan lider Mussolini’ye benzettiği, ABD emperyalizminin sadık dostu başbakan, sürekli, “bu Anayasa ile ülke yönetilemez” diyerek, faşizan özlemlerini ortaya koyuyordu.
Ülke, emperyalizme bağımlı iktisadi ve toplumsal düzenin değişmesini isteyenlerle, düzenden şikâyet edenleri komünist olarak niteleyen ve kurulu düzenden yana olanlar arasında bölünmüş gibiydi.
İki tarafı “temsilen” üniversite gençleri çatışıyordu.
Komünizmin, dinsizlik ve ahlaksızlık olduğunu sanan (onlara böyle anlatılıyordu) halkın çoğunluğu ise, yoksulluk çekmeye razı oluyor, var olan düzenden yana tavır alıyor, zamanın başbakanının arkasından ayrılmıyordu.
Oysa o, kötü ve başarısız yönetimiyle, Türkiye’yi, dış borçlarını ödeyemez duruma getirmişti.
İşte bu koşullarda, ABD’nin talimatı / isteği / bilgisi çerçevesinde mi bilinmez, faşizmin tezlerinden biri olan, “sosyal gelişmenin, iktisadi gelişmeyi aşmakta oluşu” korkusuyla, 12 Mart 1971 günü, ordunun 5 komutanı mevcut hükümeti düşürdü ve kendilerine bağlı yeni bir yönetim oluşturdu.
Onların talimatlarıyla yapılan tutuklamalar, işkenceler, idamlar, Anayasa ve çeşitli yasalardaki değişikliklerle aydınlık Türkiye’nin ışıkları söndürüldü.
Faşizmin askeri dönemi geçince yapılan seçimleri kazanan iktidar döneminde ışıklar kısmen yeniden yanınca, toplumsal muhalefet yeniden harekete geçti.
Ülkenin her yerinde, sosyal adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi için insanlar ayağa kalkmıştı.
Hükümet birçok kentte sıkıyönetim ilan etti.
Buna karşın 1980 yılına gelindiğinde siyasal iktidar sarsılıyordu. Halktan; emekten, emekçiden yana iktidar şafakta görünür gibi olmuştu.
12 Eylül 1980’e böyle gelinmişti.
O gün, ABD’nin başkanı Jimmy Carter’ın “BİZİM ÇOCUKLAR” diye söz ettiği, ordunun 5 komutanından oluşan cunta, bu kez doğrudan yönetime el koydu.
1971 müdahalesinde yarım bırakıldığını düşündükleri hemen her konuda yaptıkları düzenlemelerle, toplumsal muhalefeti yok etmeye, faşist diktatörlüğün bütün gediklerini kapatmaya giriştiler.
Komutanlar, kuracakları yeni düzenin kalıcı olması için yeni bir Anayasa hazırlattılar; çalışma yaşamı, sendikalar, seçimler, siyasi partiler, grev / lokavt, toplu sözleşme, üniversiteler, dernekler vb. hakkındaki yasaları tümüyle değiştirdiler.
Yeni bir düzen kurdular. Emekten, emekçiden, demokrasiden, siyasal özgürlüklerden, haktan, hukuktan, adaletten yana ne varsa yok ettiler.
O düzenlemeler bugün de yürürlükte; çünkü, o günlerden sonra iktidara gelenlerin ve onları iktidar yapanların bu düzenle hiçbir sorunu olmadı.
12 Eylül cuntası başarmıştı; kurdukları düzen onlarca yıldır varlığını sürdürüyordu.
Yatakta uyanık kaldığım bir saatte bunları anımsadım, bugünleri düşündüm.
1970’leri, 80’leri sanki yeniden yaşadım.
Yataktan mutsuz kalktım.