Türkiye ekonomisi yaklaşık sekiz yıldır kriz koşullarında yönetiliyor. 2018’den bu yana yaşanan döviz krizleri, pandemi süreci, kur şokları, yüksek enflasyon ve ardından gelen “dezenflasyon programı” adı altındaki sıkı para politikaları... Tüm bunlar krizi çözmek yerine kalıcı hale getirdi. Bugün artık kriz bir geçici hal değil, bir yönetim biçimi, hatta bir ekonomi politikası olarak karşımıza çıkıyor.
Sekiz yıldır süren kriz politikaları halkın sofrasında açtığı sonuçlara bakılırsa;Sofralar alev alıyor.
* Ücretlilerin milli gelirden aldığı pay %37’den %25’e düştü.
* Enflasyon karşısında reel gelir eridi.
* Tasarruf yapabilenlerin oranı azaldı, borçluluk arttı, kredi kartları patladı.
* Genç işsizliğ ve kayıt dışı istihdam patladı.
* Üretim değil, tüketim ve rant önceliklendirildi.( Sanayi üretiminde üst üste sürekli gerileme görülmekte)
Kamuoyuna “enflasyonla mücadele” diye sunulan bu süreç, gerçekte toplumun büyük bölümünü sistematik biçimde fakirleştiriyor. Merkez Bankası’nın faiz artırımlarıyla birlikte krediye erişimin zorlaştırılması, kamu maaşlarının baskılanması, asgari ücretin yılda bir belirlenmesi gibi uygulamalar, doğrudan emeğiyle geçinen geniş halk kesimlerini hedef alıyor. Bu politikalarla enflasyon yavaşlıyor diye gösteriliyorsa da sofralardaki ekmek hızla eksiliyor.
TÜRK-İŞ’in Temmuz verileri çarpıcı: Açlık sınırı 19 bin liraya dayanmış, yoksulluk sınırı 62 bin lirayı aşmış durumda. Oysa asgari ücret 22 bin 104 lirada kaldı. Yani milyonlarca kişi resmi verilere göre bile açlık sınırının altında yaşıyor. Bu sadece bir ekonomik değil, aynı zamanda derin bir toplumsal yoksulluk krizdir.
Öte yandan BDDK verileri, servet dağılımındaki uçurumu gözler önüne seriyor: Bankalardaki toplam mevduatların %70’i, toplam hesapların sadece %1’ine ait. Bu tablo, Türkiye’de gelirin değil, yoksulluğun “yaygınlaştırıldığını” açıkça gösteriyor.
Ekonomiyi sadece faizle düzeltmeye çalışmak, yapısal sorunları görmezden gelmek anlamına gelmektedir. Faiz artışı, yüksek enflasyonu ve dış borcu beslerken; kamuda israf, lüks ve verimsizlik aynen devam ediyor. Yani kemer sadece dar gelirliye sıktırılıyor. Vergi adaleti, kamusal üretim, sosyal politikalar gündeme bile gelmiyor.
Uygulanan enfalasyonla mücadele programının yükü emeğiyle çalışan alt sınıflara bindiriliyor:
* Vergi politikalarının kaynağı, tüketimden alınan dolaylı vergiye dayandı (KDV, ÖTV gibi-Dolaylı vergi: (%65,2), dolaysız vergi( %34,8)).
* Kamu yatırımları yetersiz kaldı.
* Sosyal harcamalar artırılmadı, hatta kısıldı.
* Tarım, küçük esnaf ve ücretliler korumasız bırakıldı.
Bu nedenle programın maliyeti yoksulun sofrasında, işçinin cebinde, köylünün tarlasında hissediliyor. Üretimi don vurması nedeniyle yaz ortasında meyve ve sebze yemeden geçirilen bir dönem ortaya çıktı.Üretici Köylü daha da yoksullaştı.
Krizle mücadele adı altında uygulanan bu uzun vadeli politikalar, aslında bir sınıfsal tercih. Gelir dağılımını düzelten değil, zengin ile yoksul arasındaki uçurumu büyüten bir tercih. Sekiz yıldır süren bu program artık sürdürülemez; çünkü bu bir kriz değil, bir “yoksulluk düzenidir”.
Enflasyonun düşmesi kimseyi kandırmasın. Eğer düşen sadece enflasyon değil, sofralardaki ekmekse; büyüyen ekonomi değil, adaletsizliktir.
Emeğiyle geçinen, ama giderek geçinemeyen milyonlarca yoksulun sofrasında gördüğü ekmeğinin azalması bir hüzün ve derin bir acı olarak alev alev yanıyor.