Emek, Ekmek ve Emeklilik: Sessiz Bir Esaret

Gençliği su gibi akıp gitti…bir ömür bitti. Çalıştı…Çalıştı…Çalıştı…Sabahın köründe kalktı, akşamın yorgunluğuyla eve döndü. Emeğini, ekmeğini ve bir kuru soğanını koydu sofraya, alın terini karıştırdı tuz yerine çorbasına.

Her lokma ekmek değil, yılların ağırlığıydı aslında. Ve bir gün, “Artık emeklisin,” dediler. Emeklilik… Kulağa huzur mutluluk gibi gelen bu söz, çoğu zaman bir başka tür esarettir. Çünkü maaş yatarken fiyatlar da artar. Çünkü çayın buharı gözlük camlarını ısıtır, buhar olur, ama cebini ısıtmaz, adeta yakar deler geçer. Bir simit, bir çay; keyif değil artık, alışveriş listesine giren kalemdir.”Yetmemek” kelimesi en çok bu yaşa yakışmazken, en çok bu yaşa yapışır. Torunlar gelir, gözleri parlar, gelen neslidir aslında, fakat cebinde sakız parası kalmamıştır ki torunlarına harçlık versin. Ama o simiti ikiye böler, çay bir bardakta paylaşılır. Yaş alır beden, zaman ağırlaşır. Tatili sadece televizyonda izler; sağlık, gün gün elinden kayarken, huzuru kendine masal gibi anlatır. Yıllarca çalışıp devlete, millete hizmet etmiş biri, şimdi en basit ihtiyaçlar karşısında hesap yapmak zorundadır. Ne büyük dertir, ızdıraptır artık geçim derdi…

Yetememek… Ne zamana, ne kendine, ne sevdiklerine. Emek bir zamanlar gururdu, geleceğe dair umuttu, şimdi ise sadece bir kelime; Ekmek bir zamanlar doymaktı, şimdi ise sadece sembol; Emekli olmak özgürlük sanıldı, oysa sadece başka bir düzenin ve  başka zaman diliminin mahkumu oldu.

Ama yine de içinde bir cesaret kalır insanın. Çünkü bilir ki, kendisi yetemese de, torunlar belki bir gün her şeye yeter. Son durağa doğru gidilen yolda; Yıllarca biriktirdiği sadece anı değil; uzun ince bir yolda bilgi, tecrübe, kitaplarla dolu tozlu raflarda bir ömrün iziydi. Ama şimdi hayatına baktığında; Bir park bankında otururken ne kitap soran var, ne fikrine danışan, ne de bilgisinden faydalanan…Sadece yaşlı ağaçlar arasında gökyüzüne uçmaya bir parça ekmek yemek için yere konmaya kendisi gibi yalnız kuşlar…Hastalık yavaş yavaş vücudunu tüketiyor, gözleri yorgun, bacakları her gün biraz daha ağır. Kalbi günden güne yorulan, ağırlaşan yürek burukluğu ile ayaklar gitmek istemiyor ama hayat hala yokuş yukarı.

Ele avuca düşmek…
En çok da içini acıtıyor bu.
Ne acı ki…
Bir zamanlar ailesine kol kanat geren eller, şimdi bir maaş artışı haberine sıkıca sarılıyor.
Otobüs beklemek bile sınav gibi: Ayakta kalabilir miyim? Yer bulabilir miyim? Parkta oturmak… aç ve susuz. Ekmek kuyruğu, et kuyruğu, umut kuyruğu. Yaşamaktan çok, anlamsızca beklemek…Maaşı, ilacı, sağlığı, bir “iyi günü” Ama günler birbirinin aynısı artık ve değişeceği de yok gib…Kalabalıklar içinde görünmez, kuyruklarda isimsiz. Geçmişin izleri bu kuyruk sırasında dizili.
Zamanla yarışmıyor, geçip giden ama geçmeyen, geçemeyen zamanı bekliyor sadece. 

Ve kalp…bir yürek sızısı…yorgun bedeninden kalan.
Artık sesi duyulmaz olmuş bir saat gibi,
Ha durdu duracak.
Hayat bitmek üzere değil belki, ama yavaşça siliniyor.
Bir iz bırakmadan.
Bir teşekkür bile duymadan.
Kimse görmüyor duymuyor. Çünkü kimse bakmıyor. Çünkü artık suskunluk, yoksulluğun diline çevrilmiş bir susturucu gibi susan. Gözler ağlamaklı. Ama yaşlar utangaç.
Çünkü ağlamak bile lüks, çünkü güçlü görünmek zorunda. Bağıramaz, haykıramaz, isyan edemez, sokağa dökülemez, derdini anlatamaz. 
Çünkü “Açım,” diyemiyor.
“Açız,” desen… Kim anlar ki?
Maaş yetmiyor. Ama “yetmiyor” kelimesi boğaza düğüm.
İçinde büyüyen isyanı yutuyor her gün; bir simit yerken, bir çay içerken, bir parkta otururken,
soğukta otobüs beklerken…
Ele avuca düşmek ne demekmiş,
onca yıl çalıştıktan sonra öğreniyor insan. Bir zamanlar bilgiyle dolu eller şimdi yardım için değil, beklemek için açık. Kitaplar bir kenarda tozlanıyor, çünkü kimse artık sormuyor: “Sen ne düşünüyorsun?”

Et kuyruğu, ekmek kuyruğu, umut kuyruğu…Hepsi sabrın sınavı.
Ama beden yaşlı, bacaklar ağır, kalp yorgun. Ve her gün aynı korku:
Ya kalbim durursa sessizce? Ya bu sessizlik sonsuzluğa karışırsa bir sabah? Hayat bazen bir çığlık olur, ama o çığlık kimsenin duymadığı
derin bir sessizlikte boğulur.
Sessiz çığlık gibi, 
Gözlerinde akmadan biriken yaşlar, dökülmeye bile utanıyor artık.
Ağlamaklı bakışlar hep uzaklara…
Çünkü yakınlarda anlayan yok, bilen yok, duyan yok, soran yok.
Ve o en acı cümle, dilinin ucunda:
“Yoksullaştık”
Ama diyemiyor.
“Fakirleştik”
Ama yutkunuyor.
Çünkü her kelime bir damla gurur döker yere.
Maaşı yetmiyor ama şikayet 
etmeye hakkı yokmuş gibi susuyor.
İsyan etmek istese, sesi duvarlara çarpıp kendine geri dönüyor.
“Bir şey ister misin?” diye soran yok,
Çünkü istemek lüks sayılıyor artık.
Dilin söyleyemediğini gözler anlatmaya çalışıyor. 
Ama kimse gözlere bakmıyor ki…
Kimse duymuyor o içten yükselen sessiz ama çığlık çığlığa isyanları.
Yalnızlıkla yoğrulmuş bir gurur,
Boğazına düğüm olmuş bir ömür.
Kimseye yük olmak istemedi,
Ama dünya sırtına oturmuş çoktan.
Ve her adımda biraz daha eziliyor, büzülüyor, biraz daha sessizleşiyor.
Çünkü bu, sadece fakirlik değil.
Bu, görmezden gelinmenin en derin hali:
Sessiz bir yok oluş. Bitişin başlangıcı gibi…

Emekle Geçen Yıllara… 
Bir ömür verdin sabahın ayazına,
Alın terin düştü hayatın yazına.
Ne kolaydı deme, bilirim zorunu,
Sen dokudun sessizce hayatın torunu.

Her sabahın telaşı, her akşamın hüznü,
Düştü gönlüne yılların iz düşümü.
Şimdi dinlenme vakti, şimdi huzur,
Yorgunluğun armağanı: Sessiz bir gurur.

Emekle örülen yılların sonunda,
Bir tebessüm kaldı, hatıraların dudağında.
Emeklilik denir buna, öylece sade,
Ama saklı bir öykü var her adımda, her nefeste…