Dizilerin Toplumsal Etkisi ve Gerçek Hayata Yansımaları

Sevgili okurlarım, Hayatlarımızın tam merkezine yerleşen diziler, artık yalnızca birer eğlence aracı değil; gündelik alışkanlıklarımızdan ilişkilerimize, beklentilerimizden hayal kırıklıklarımıza kadar pek çok noktada etkisini hissettiren güçlü birer kültürel öğeye dönüştü.

Akşam olduğunda televizyon karşısına geçip “Bir bölüm izleyeyim” diye başlayan yolculuk, zamanla davranış biçimlerimizi şekillendiren, doğruyu yanlıştan ayırt ederken referans aldığımız bir yaşam atlasına benzemeye başladı. Ancak ne yazık ki bu atlas, gerçek dünyanın hassas dengeleriyle pek de örtüşmeyen bir dünya çiziyor bize.
Dizilerde sıkça karşımıza çıkan aldatma sahneleri…
Bu sahneler, bir insanın en kırılgan yönlerine dokunan, güvenin temelini sarsan ve toplumun en değerli kurumu olan aileyi zedeleyen olayların dramatik bir sunumu gibi görünse de, sürekli tekrarlandığında seyircinin algısında tehlikeli bir normalleşme yaratıyor. Bir süre sonra ihaneti yapan karakterin karizması, gösterilen lüks hayat, cazibe ve dramatik üslup; adeta izleyiciye “Bu da hayatın bir parçası” mesajını veriyor. Oysa gerçek hayatta bir ihanetin bıraktığı izler kolay silinmez. Eşler arası güven bir kez kırıldığında, ne kadar zaman geçerse geçsin yeniden kurulması güçtür.
Dizilerdeki bu normalleştirme, ilişkilerde tahammülü düşürürken beklentiyi artırıyor. Bir tartışmada hemen terk eden, bir sorunla karşılaşınca ilk fırsatta kapıyı çarpıp çıkan, en ufak anlaşmazlıkta yeni limanlara yelken açan karakterler seyirciye sabrın ve iletişimin önemini unutturuyor. Birçok genç, ilişki yönetimini dizilerdeki gibi düşünmeye başlıyor: ani kararlar, yüksek tansiyonlu tartışmalar, tutku ve kavga arasında gidip gelen sahte bir romantizm… Oysa gerçek hayat, sahnenin arkasında sessizce çalışan bir ekip yokken, her kötü kararı düzeltmiyor.
Bir diğer karanlık alan ise dizilerde sıkça işlenen mafya temaları.
Silahların gölgesinde, raconların arasında sürdürülen bu hikâyeler; kimi zaman adaletin sistemle değil, kişiyle sağlandığı bir yapıyı övüyormuş gibi sunuyor. Zenginlik, güç ve itibar; çoğu zaman “karanlık işlere bulaşmış” karakterlerin üzerinden anlatılıyor. Genç izleyiciler için bu durum büyük bir tehlike oluşturuyor çünkü zenginlik ile suçu yan yana koyduğunuzda, güç ile şiddeti birbirine bağladığınızda, toplumun en kırılgan kesimlerinin zihninde yanlış bir başarı algısı doğuyor. Bir gencin kendini ispatlamasının yolu, eğitimle, emekle, sabırla değil; güç gösterisiyle, korkutmayla, “adamını bulmakla” olacakmış gibi…
Bu senaryolar, hayatı bir gölge oyununa çeviriyor. Gerçek hayatta bir gecede zengin olunmaz; adalet sokakta dağıtılmaz; saygı korkuyla değil, duruşla kazanılır. Fakat dizilerde şiddet ne kadar estetize edilirse, gençlerin gözünde o kadar çekici hale geliyor. Koyu takım elbiseler, lüks arabalar, kalın altın saatler… Oysa hiçbir mafya sahnesi gerçek hayattaki bir annenin ağlaması kadar reel değil; hiçbir “intikam planı” bir babanın karakol kapısındaki çaresizliği kadar etkileyici değildir.
Ve dizilerin en çok işlediği bir diğer üçgen: zengin aile dramaları.
Geniş salonlar, saray yavrusu evler, sonsuz imkânlar, görkemli sofralar… Bu hayatların içine öyle bir dramatik hikâye yerleştiriyorlar ki seyirci hem bu ihtişama özeniyor hem de o lüksün içinde kavrulan kederi izliyor. Ancak bu kurgu, izleyicinin zihninde tehlikeli bir algı yaratıyor:
“Mutluluk ancak zenginlik varsa mümkündür.”
Sanki hayat, sadece pahalı kıyafetlerden, marka arabalardan, gösterişli düğünlerden ibaretmiş gibi…
Gerçek hayatta böyle bir denge yok elbette. Mutluluk, çoğu zaman küçük bir aile sofrasında, samimi bir sohbet içinde, sabah işe gitmek için uyanırken duyulan sorumlulukta gizlidir. Ama bu diziler, toplumun orta ve alt gelir grubundaki insanlarda yetersizlik hissini artırıyor. “Ben de böyle yaşamalıyım” baskısı hem ekonomik hem ruhsal bir çöküşe sürüklüyor insanları.
Daha da kötüsü: İnsanlar dizilerdeki hayatlarla kendi hayatlarını kıyaslamaya başlıyor.
Eşler eşlerini, gençler ailelerini, işçiler patronlarını kıyaslıyor.
Bu kıyaslama sonunda doyumsuzluk, mutsuzluk ve gereksiz beklentiler büyüyor.
Tam da bu noktada, altını çizmemiz gereken çok önemli bir sorumluluk var: *RTÜK’ün rolü ve toplum adına taşıdığı görev.*
Televizyon yayıncılığının denetleyicisi olan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), özellikle aile yapısını zedeleyen içerikleri, şiddetin estetize edildiği sahneleri, suçun cazip bir yaşam biçimi gibi gösterildiği dizileri dikkatle incelemekle yükümlüdür. Çünkü ekranlardan yayılan her mesaj, toplumun özellikle de gençlerin ruh dünyasına doğrudan dokunuyor. RTÜK’ün görevi yalnızca cezalandırmak değil; toplum sağlığını, kültürel yapıyı, aile değerlerini ve çocukların gelişimini koruyacak bir yayın düzeni oluşturmaktır.
Aldatma, mafya ve lüks hayat üçgeninde dönen diziler art arda ekrana geldiğinde, denetimin daha titiz yapılması kaçınılmazdır. Çünkü medya yalnızca eğlence değil; aynı zamanda toplumu şekillendiren güçlü bir eğitim aracıdır. Bu nedenle RTÜK’ün denetim mekanizmasının objektif, etkin ve çocuk hassasiyeti gözeten bir çizgide olması toplum adına büyük bir zorunluluktur.
Peki çözüm ne?
Elbette televizyonu tamamen kapatın demiyorum. Ama izlediğimiz her sahnenin bir kurgu olduğunu unutmamalıyız. Dizilerin amacı bizim mutluluğumuzu ya da huzurumuzu artırmak değil; reyting almak, ilgi çekmek ve bizi ekrana bağlamaktır. Bu nedenle gerçek hayatla senaryo arasındaki o ince çizgiyi korumak hepimizin sorumluluğudur.
Çocuklarımızın, gençlerimizin, hatta yetişkinlerin bile bu kurgu dünyasına kapılmaması için onları farkındalığa davet etmeliyiz.
Gerçek değerler; dürüstlükte, emekte, sevgide, sadakatte ve çalışkanlıkta saklıdır.
Eşler arasında güven, aile içinde huzur, toplumda saygı; dizilerin asla tam olarak yansıtamayacağı kadar kıymetlidir.
Unutmayalım sevgili okurlarım;
Ekranda izlediğimiz her hayat, birilerinin yazdığı bir senaryodur.
Ama kendi hayatımızın senaristi biziz.
Ve kendi hikâyemizi, dizilerin gölgesinde değil; kendi değerlerimizin ışığında yazdığımız sürece gerçek anlamda huzura kavuşuruz.
Haftaya başka bir konuda buluşmak dileğiyle… Sağlıkla kalın.