Franco son derece ihtiyatlı bir diktatördü. Kendi iktidarını, kişisel gücünü etkileyen veya hedef alan tüm riskleri en düşük seviyeye indirmek onun için olmazsa olmazdı. Gerek uluslararası ortamdan dolayı gerekse hem mecburiyetten hem de içe kapanık muhafazakârlığından da etkilenerek İspanya otarşiyi benimsemişti, tıpkı zıt ideolojisi olan ama aynı totaliter rejime sahip olan Sovyetler Birliği gibi. Ama Franco, Batı ile ilişkilerini düzeltince otarşiden piyasa ekonomisine taşımaya ve doğrudan yabancı yatırımı teşvik etmeye başlayan 1959 İstikrar Planı'nın ardından, 1961 ve 1973 yılları arasında ekonomik büyüme reel olarak yılda ortalama %7,5 oldu ve bu da İspanya'yı dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri haline getirdi.
İspanya’ya, 1959 ve 1973 yılları arasında 6 milyar ABD dolarından fazla yabancı sermaye aktı. Hilton da dahil olmak üzere oteller inşa edilmeye başlandı ve Westinghouse, John Deere ve Chrysler gibi çokuluslu Amerikalı şirketler ülkeye gelmeye başladı. "İspanyol Mucizesi" olarak adlandırılan baş dondurucu büyüme dönemi, çok daha büyük bir orta sınıf yarattı ve ülkeyi İç Savaş öncesinde var olan zengin ve fakir arasındaki uçurumu azalttı. 1963 yılında İspanya, 500 ABD doları sınırını aştığı için BM'nin kişi başına düşen gelir sınıflandırmasına göre gelişmekte olan ülke olmaktan çıkabildi.
Bu tarihlerde Avrupalı turistler İspanya'ya akın etmeye başladı ama daha da çarpıcı bir değişiklik ise topraktan gelen göçtü: Tarımın ekonomideki payı %30'a yakın bir seviyeden 1975'te onda birin altına düştü. 1961 ile 1970 yılları arasında yaklaşık 4,5 milyon insanın İspanya içinde kalıcı olarak taşındığı ve İspanya'nın olağanüstü kısa bir sürede ağırlıklı olarak kentsel bir toplum haline geldiğini söylemek mümkün. Bu insanların çoğu, özellikle Madrid ve Barselona gibi şehirlerin dış mahallelerinde yaşamakta ve okul, hastane ve temizlik işleri gibi temel hizmetlerden yoksun gecekondu mahalleleri oluşturuyordu.
Göç de büyüktü; 1960 ile 1975 yılları arasında üç milyon İspanyol diktatörlükten kurtulmak için Avrupa'ya göç etti. Ailelerine gönderdikleri para transferleri, İspanya'nın ekonomik kalkınması için önemli bir gelir kaynağıydı. Kişi başına düşen gelir 1975'te 3.000 ABD dolarının üzerine çıktı. İspanya, Güney Kore ile orta gelirli statüden yüksek gelirli statüye başarıyla geçiş yapan çok az sayıdaki ülkeden biri oldu. 1960'ta 100'den fazla orta gelirli ülkeden yalnızca bir düzinesi 20. yüzyılın sonuna kadar yüksek gelirli hale gelmişti. Çoğu orta gelir tuzağında sıkışıp kalmıştı.
Zenginliğin yaratılmasının ardındaki önemli bir faktör, komünist ülkelerde olduğu gibi, yalnızca kamu sektörünün değil hem kamu hem de özel sektörün yatırımı yönlendirmesiydi. 20. yüzyılın ilk yarısında yılda ortalama 1.400 civarında olan yeni özel şirketlerin kuruluş hızı, 1960'larda üç katına çıkarak 4.500'e ulaştı.
Artan refah, devletin altyapıya önemli ölçüde yatırım yapmasını sağladı. Kuraklığa eğilimli bir ülkede, örneğin barajlar aracılığıyla su depolama kapasitesi altı kat arttı. Eğitim harcamaları da arttı. İlkokul kayıt oranı 1960 ile 1970 arasında iki kattan fazla artarak yüzde doksanlara yaklaşırken, okuma yazma bilmeyenlerin oranı %9’lara düştü. Kadınların toplumdaki konumu da önemli ölçüde arttı. Kadınlar, 1975'te işgücünün %28'ini oluşturuyordu; bu oran 1950'dekinin iki katıydı. Toplum, son yıllarına kadar rejimin temel direği olan Katolik Kilisesi'nden daha az etkilenmişti; kilise bile kendini uzaklaştırmaya başlamıştı. Basın da eskiye nazaran biraz daha özgürdü; 1966'da çıkarılan bir yasa, önceki sansürün yerini otosansürle değiştirdi. İç Savaşın başlangıcından otuz sene sonraki siyasi durum ölümcül değildi.