Telefon elimde değilken bile elim onu arıyor.
Boşlukta kalmaktan korkar gibi.
Kendi düşüncemle baş başa kalmak bile garip geliyor bazen.
Bir süre hiçbir şey yapmadan otursam hemen içim sıkılıyor.
Oysa çocukken sıkılmak güzeldi.
Pencereye bakar, hayal kurardım.
Şimdi pencereye değil, ekrana bakıyorum.
Her şey o kadar hızlı geçiyor ki.
Birini beğeniyorum, sonra hemen başkasına kayıyorum.
Bir haberi okuyor gibiyim ama aslında sadece göz gezdiriyorum.
Bir videoya gülüyorum ama neden güldüğümü bile anlamadan yenisine geçiyorum.
Sanki beynim sürekli çalışıyor ama ruhum yoruluyor.
Sosyal medyada herkes konuşuyor.
Bir şeyler yazıyor, gösteriyor, anlatıyor.
Ama kimse kimseyi dinlemiyor.
Bir sessizlik olsa belki birbirimizi daha iyi anlayacağız ama o sessizliği bulmak zor artık.
Geçenlerde bir kafede oturuyordum.
Herkesin elinde telefon, kimse başını kaldırmıyor.
Ben de dahil.
Bir noktadan sonra kendi halime gülümsemeye başladım.
Bir masanın etrafında toplanmışız ama aslında herkes kendi küçük ekranında.
Birlikteyiz ama değiliz.
Belki de en yüksek gürültü, tam da bu sessizlikte saklı.
Sonra telefonu bir kenara bıraktım.
Kafamı kaldırıp etrafa baktım.
Birinin kahvesinden buhar yükseliyor, birinin gözleri dalmış, dışarıda kuş sesi duyuluyor.
O anda fark ettim, dünya hâlâ güzel ama biz duymayı unutmuşuz.
Belki de biraz geri çekilmek gerekiyor.
Bir süreliğine telefonu sessize almak.
Bir parkta yürümek, bir çayı gerçekten içmek, kimseye göstermeden bir manzaraya bakmak.
Sessizlik artık lüks ama insanın kendini duyması için buna ihtiyacı var.
Dijital dünya bize sürekli “bağlı kal” diyor.
Ama bazen asıl bağlantı, fişi çektiğimiz anda başlıyor.
O zaman fark ediyorum ki, en güzel ses bazen sadece sessizliğin kendisi.