DEMOKRASİ VE YENİ ANAYASA

Ülkemizde, seksen yıldır yaşatmaya çalıştığımız sanılan “demokrasi” neden kök salmıyor ve toplumun vazgeçilmez değerleri arasında kendisine yer bulamıyor?
Sorunun doğru yanıtını bulabilmek için önce, ülkemizde “demokrasi” kavramının nasıl algılandığı ve toplumun çeşitli kesimlerince ne kadar umursandığı saptanmalı; yanıt bu çerçevede aranmalıdır.
Demokrasi, “toplumu oluşturan bireylerin kendi kaderlerine sahip çıkarak, kendi kendilerini yönetmeleri” biçiminde tanımlanırsa, konunun en önemli bileşeninin “birey” olduğu görülür.
Ancak “demokrasi”, bireyin yaşamını, onun hak ve özgürlüklerini doğrudan etkilemekle birlikte insanların -birey olarak- doğrudan etkin olabileceği bir sistem değildir. Demokrasilerde etkin olmak için insanların kendisi gibi olanlarla sıkı bir yaşam birliği içinde bulunmaları gerekir.
Bireyin, kendisi gibi olanlarla yaşam birliği kurması, her şeyden önce kendisini tanımasına ve toplum içinde hangi nitelikleriyle var olduğunun farkında olmasına bağlıdır ama bu yeterli değildir. Birey, kendisi gibi olmayanların da toplum içinde “farklı nitelikleriyle var olduklarının” farkında olmalı, onların varlığına ve farklılıklarına saygı göstermelidir.
Demokrasi, bireylerin değil, toplum içinde yaşam birliği oluşturmuş farklı kesimlerin aralarındaki uzlaşmaya dayanan bir toplumsal sistemdir.
Demek ki demokrasi, “demokrat” insanlar topluluğuna özgüdür. Çoğunluğu, toplum içindeki varlığının, kimliğinin ve niteliklerinin farkında olmayan; başkalarının varlığını ve farklılıklarını içine sindirecek özgüveni kazanamamış insanlardan oluşan toplumlarda “demokrasi”den söz edilemez. Yönetenlerin seçimle görevlendiriliyor olması demokrasinin varlık göstergesi değildir.
“Demokrasi”, bir başka özelliğiyle, kurum ve kurallar sistemidir ama bir takım kurum ve kuralların oluşturulmasıyla kurulan ve değişmeyen bir yapılanma olarak da algılanmamalıdır.
Çağdaş demokrasi, toplumun değişmesine ve doğan yeni gereksinimlere koşut olarak sürekli gelişir, değişir ve dönüşür. “Demokratikleşme” denilen bu süreçte, “ bugün” demokratik kabul edilen “yarın” pekâlâ demokrasi dışı sayılabilir; yerini yepyeni kural ve kurumlar alır.
Demokrasinin tek bağımsız değişkeni ve ön koşulu olan “bireylerin demokratlığı”, içinde bulundukları toplumdaki egemen demokrasi anlayışını; dolayısıyla, demokratikleşme sürecinin hangi noktasında bulunulduğunu belirler. Bir başka deyişle demokrasinin niteliği, toplumun bu konudaki istemleri, onları elde etme kararlılığı ve becerileriyle yakından ilgilidir.
Demokrasiden habersiz çoğunluğun ilerisindeki azınlığa dayanılarak girişilen demokratikleşme kalıcı olamayacağı gibi; demokratik bir toplumda, kimi insanlar, çeşitli endişelerle değişimi “zamansız” ve “tehlikeli” görüyor diye demokratikleşme sürecinin önü kalıcı olarak tıkanamaz.
Ülkemizin seksen yıllık “demokrasi” serüveni ve pek çok ülkede yaşanan demokratikleşme deneyimleri bu konudaki örneklerle doludur.
Halkın pek umurunda olmasa da ülkemizde siyasetle uğraşanların sık sık dile getirdikleri anayasa sorununun kaynağı bu serüvende yaşanan sıkıntı ve sancılardır.
Şimdiye değin beş kez Anayasa yapılmış bir ülke olmasına karşın, Türkiye’nin bu sorunu çözememiş olması, bir türlü “çağdaş demokrasinin” kurulamaması ile aynı nedenlere dayanmaktadır.
Kuramsal olarak anayasa, bireylerin ve toplumun temel haklarını, özgürlüklerini güvence altına alan, devletin yapısını ve işleyişini belirleyen en üst hukuk belgesidir.
Yaygın kabule göre, doğal koşullarda özgür ve eşit olan insanlar, özgürlüklerinin bir kısmını devlete devrederek karşılığında güvenlik, adalet ve refah hizmetleri alırlar. Anayasa, bireyler ve devlet arasında, işte bu karşılıklı hak ve yükümlülüklerin belirlendiği bir çerçeve; ülkedeki tüm yurttaşların üzerinde uzlaştığı temel ilkeleri içeren bir metindir. Bu nedenle, anayasanın “toplum sözleşmesi” olduğu söylenir.
Ülkemizin şimdiki ve geçmişteki dört anayasasından hiçbirisinin söylenenlerle ilgisi yoktur. Bizim anayasalarımız toplum ile devlet arasında bir sözleşme değil, toplumun ve bireylerin uyacağı kuralları gösteren “talimatname” niteliğindedir.
Bu anayasaları hazırlayanlar, insanların ne kadar özgür olacaklarına, onlara bırakılan özgürlükleri nasıl kullanacaklarına, devletin yükümlülüklerinin neler olduğuna kendilerince karar vermiş; hazırladıkları metinleri topluma dayatmışlardır.
Bunun nedeni yalnızca anayasaları yazanların dünya görüşleri; ülkeye ve topluma bakışları değildir. Kendileri gibi olanlarla yaşam birliği oluşturmamış; insan olarak hak ve özgürlüklerinin farkında olmayan; devleti, yurttaşın hizmetinde bir kurumlar bütünü olarak değil, “hem döven hem seven baba” olarak gören; ülke yönetiminin demokratikleşmesi konusunda duyarsız / habersiz bireylerden oluşan toplumun özelliği de anayasaların bu niteliğinin başta gelen nedenidir.
Bugünlerde yeni Anayasa söylemleri yine gündemde.
Yıllardır ülkeyi yürürlükteki Anayasa’yla yönetenler, şimdi ondan kurtulma uğraşı içindeler. Muhalefet de Anayasa’nın değişmesini istiyor ama iktidarın çağrısına sıcak bakmıyor.
İktidar nasıl bir Anayasa istiyor; yeni Anayasa’da nelerin, neden yer alması gerektiğini düşünüyor; düşünülen hangi düzenlemenin arkasında aslında neler var; muhalefet neye ve niçin karşı çıkıyor, ayrıntılarını bilmiyoruz.
Yalnızca, tartışmaların, hangi alanlarda hangi yasakların yer alması gerektiği konularında yoğunlaştığını görüyoruz.
Çağımıza uygun bir yaşam kurgusu; insanların ve toplumdaki her kesimin hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi; yeni Anayasa konusunda, toplumsal kesimlerin bilgilendirilmesi, görüş ve önerilerinin derlenmesi; “toplum sözleşmesi” niteliğinde bir Anayasa hazırlanması için yurt genelinde çalışmalar yapılması; toplantılar, konferanslar, paneller vb. düzenlenmesi hiç konu olmuyor. Toplumun da böyle bir beklentisi yok.
İzleyebildiğimiz kadarıyla, iktidar ve muhalefetin tutumlarından, birbirlerine de topluma da güvenmedikleri anlaşılıyor.
Yeni Anayasa ile ilgili hemen her söylemi, açıklanan her görüşü, “olası tehlikeler” hakkındaki endişeler biçimlendiriyor. Bu endişelerin sahipleri, hak, hukuk, adalet ve daha çok özgürlük istemlerine, “olası tehlikeler” den söz ederek karşı çıkıyorlar. Sorun yaratacağı varsayılan bu tehlikeleri, yüzlerce yıldır süregelen “beceremezsen yasaklarsın” anlayışının bahanesi olarak kullanıyorlar.
Son seksen yılda bambaşka bir dünya ve yaşam biçimi oluştu, çok farklı bir demokrasi anlayışı gelişti ama bizde ne toplum ne yönetenler değişti.
Bu koşullarda demokratik ve çağdaş bir Anayasa hazırlanır mı dersiniz?