Bir ülke düşünün.
Sokaklarında işsizlerin dolaşmadığı, sabahları işçi pazarlarının kurulmadığı, okumuş /okuyamamış insanların “yarın” endişesi içinde ömür tüketmediği bir ülke…
Öyle bir ülke ki; sanayisi, tarımı ve ticareti önceden konulmuş hedeflere uygun gelişiyor, dış borç kıskacında kıvranarak alacaklı ülkelerin dayatmalarına boyun eğmiyor.
O ülkede gece aç yatan ve aslında hiçbir zaman karnını doyuramayan insanlar bulunmuyor. Orada “varlık içinde yokluk” çekilmiyor. Tüm kaynaklar, verimli değerlendiriliyor ve yurttaşlar arasında hakça dağılıyor; zenginlik gürül gürül fışkırıyor. Ülkenin her yanı planlı biçimde gelişiyor; insanlar, doymak, iş bulmak, eğitim ya da sağlık hizmetlerine erişmek için bir yandan bir yana akın akın göç etmiyor.
O ülkede, yetersiz sağlık hizmetleri nedeniyle, çoğu çocuk ve bebek, insanlar ölmüyor.
O ülkede bin yıllardır bilinen ve yaşanan doğa olayları binlerce insanın canını alan afetlere dönüşmüyor.
O ülkede çalışanlar sefalet ücretine mahkûm bırakılmıyor; bu ücrete bile razı olmasına karşın bir işe giremeyen milyonlarca insan bulunmuyor.
Ülkenin gençleri en yüce değerin “emek ve bilgi” değil “para” olduğunu; paranın güç, iktidar ve saygınlık sağladığını görerek yetişmiyor. Ülkenin kurucusunun, geleceğin güvencesi olarak gördüğü gençler, insan ve ülke sevgisiyle, bilimin kılavuzluğunda eğitiliyor. Bu nedenle hiç kimse ülkenin geleceğinden endişe duymuyor.
O ülkede en büyük yatırım eğitim, sağlık ve adalet hizmetleri için yapılıyor; çünkü ülkeyi yönetenler eğitim, sağlık ve adalet hizmetlerindeki bozulmanın kısa süre içinde ülkenin her yanında toplumsal çürümeye ve yozlaşmaya yol açacağını biliyorlar.
O ülkede bin bir uğraşla yıkılmış hanedanların yerine seçilmiş hanedanlar ortaya çıkamıyor; hiç kimseye hiçbir koşulda toplumsal ve siyasal ayrıcalıklar tanınmıyor.
O ülkede siyaset kişisel çıkar sağlamanın bir yolu olarak görülmüyor; iktidar mücadelesi, yandaşlara aktarmak için kamu kaynaklarının başına geçmek amacıyla yapılmıyor.
O ülkede, çalışmadan, emek harcamadan, havadan para kazanılamıyor; o ülkeyi hiç kimse arsa/arazi spekülasyonu ve ucuz emek cenneti olarak görmüyor.
O ülkede hükümetler kamu mallarını satmakla övünmüyor, aslında bu kimsenin aklından bile geçmiyor.
O ülkede vergi ödemek “enayilik” olarak görülmüyor. Asıl olarak kazanç ve servet üzerinden alınan verginin kamu hizmetleri için yapılan yatırımlarla halka döneceğinden; vergi kaçırmaya kalkışanın asla cezasız kalmayacağından kimse kuşku duymuyor.
O ülkede insanlar, öldükten sonra kavuşacaklarını umdukları cennet hayaliyle değil, bu dünyayı cennete çevirme özlemi ve çabasıyla yaşıyorlar. Bu nedenle de yaşamı cehenneme çeviren hiçbir uygulama o ülkede hoş görülmüyor; orada hiçbir suç cezasız, hiçbir iyilik ödülsüz kalmıyor.
O ülkede kimse kimseyi etnik kimliğine, inancına, felsefi ve siyasi görüşüne, cinsiyetine göre değerlendirmiyor; herkes herkesi “önce insan” olarak görüyor ve herkes herkese saygı gösteriyor.
Tüm insanlar mutlu ve huzur içinde yaşıyorlar.
İşte bu ülke, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların 101 yıl önce düşledikleri geleceğin Türkiye’siydi.
Şimdi de geçen 101 yılda onların düşlerinin neden gerçekleşmediğini düşünün.
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.