Deniz, rüzgar, dalga ve taş…
Doğa bize en büyük dersleri bağırarak değil, sabırla verir.
Dalgalar kayalara çarpar. Rüzgar taşların üzerinden geçer. Ne deniz öfkelidir ne rüzgar aceleci. Ama yıllar geçtikçe, keskin köşeler törpülenir, sivri uçlar yok olur. Taş küçülmez belki ama zararsız hale gelir. Aşınma yıkım değildir, birlikte kalmanın sonucudur.
Toplumlar da böyledir.
Türkiye’de bazı konular vardır; açıldığı anda herkesin eline bir hesap makinesi tutuşturur. Rakamlar havada uçuşur, yüzler gerilir, sesler yükselir. Oysa bazı gerçekler vardır ki sayıyla anlatılamaz. Türkiye’nin etnik yapısı da bunların başında gelir.
Bu ülkede etnik köken resmi olarak sorulmaz. Sorulmadığı için elimizde kesin rakamlar yoktur. Olanlar; akademik çalışmaların, saha gözlemlerinin ve yaklaşık tahminlerin toplamıdır. Ama biz, kesin olmayan sayıları kesinmiş gibi konuşmayı severiz. Çünkü rakamlar soğuktur. Vicdanla yüzleşmekten daha kolaydır.
Oysa bu topraklarda yaşayan hiçbir insan, yalnızca bir istatistik değildir. Türk, Kürt, Zaza, Arap, Çerkes, Boşnak, Laz, Roman… Bu isimlerin her biri bir sayıdan önce bir hayattır.
Türk olmak yüksek sesle savunulacak bir iddia değil; sessizce taşınan, zamanla derinleşen bir onurdur. Bu onur, ne günübirlik tartışmalarla aşınır ne de geçici rüzgarlarla savrulur. Çünkü Türk adı, bu topraklarda yalnızca geçmişten gelen bir miras değil; bugünü omuzlayan, yarını sorumlulukla kuran bir bilinçtir. Bu bilinç, tarihinden güç alarak; başkasını dışlamadan, birlikte yaşamanın yükünü adaletle taşıyarak var olur. Ve tam da bu yüzden, Türk olmak bir dönemin değil; bir millet olma iradesinin adıdır.
Kürtler bu ülkenin gerçeğidir,
Zazalar bu ülkenin sesidir,
Araplar bu coğrafyanın hafızasıdır.
Çerkesler sürgünün,
Boşnaklar yitirilen yurdun,
Romanlar neşeyle direnişin adıdır,
Aleviler inancın, vicdanın ve direncin adıdır,
Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Museviler…
Az olabilirler ama eksik değillerdir.
Çünkü bir toplum, çoğunluğuyla değil, çeşitliliğine gösterdiği adaletle ölçülür.
Bu topraklar hiçbir zaman tek renk olmadı. Ama hiçbir zaman da parçalanarak var olmadı. Bizi ayakta tutan şey benzerliğimiz değil; farklılıklarımızı törpüleyerek, keskinliklerimizi yumuşatarak aynı kıyıda kalabilme irademizdi.
Birlikten kuvvet doğar.
Doğaya bakın. Milyonlarca tür, trilyonlarca canlı… Bakteriler, böcekler, bitkiler, hayvanlar…
Hiçbiri “çoğunluğum” diyerek diğerini yok etmiyor. Denge var, düzen var, sessiz bir uyum var. Doğa ayrıştırarak değil; birlikte var olarak ayakta kalıyor.
İnsan ise kendini merkeze koyduğu anda yanılmaya başlıyor. Sayılarla övünüyor, çoğunlukla tehdit ediyor, azı susturarak güçlü olduğunu sanıyor. Oysa tarih bize defalarca şunu gösterdi. Bölünme hiçbir toplumu büyütmedi. Ayrışma hiçbir ülkeyi güçlendirmedi.
Bu ülke de bir denge üzerine kuruldu. Akıl ile vicdanın, özgürlük ile sorumluluğun, inanç ile devletin arasına mesafe koyan bir anlayış üzerine… Çünkü bir arada yaşamanın yolu;
herkesin aynı olması değil, herkesin aynı hukukta eşit olmasından geçer.
İşte bu yüzden bu ülkenin mayası laikliktir. Laiklik; inancı yok etmek değil, inancı devlet alanının dışında, özgür ve vicdani bir yerde tutmaktır. Laiklik; kimsenin kimseye nasıl inanacağını dayatmamasıdır. Bu ilke zayıfladığında toplum sertleşir, hukuk zayıfladığında köşeler keskinleşir, vicdan sustuğunda dalgalar yıkıcı olur.
Bu anlayış, bir kişiye değil, bir fikre yaslanır.
Bilime, akla, Cumhuriyet’e ve yurttaşlık bilincine… Ve bu fikir şunu bilir.
Türkiye bölünmez.
Bölünme çağrısı, hangi kelimeyle süslenirse süslensin, bu ülkenin geleceğine yönelmiş bir tehdittir ve asla kabul edilemez.
Bugün hala ayaktaysak, bu rakamlar sayesinde değil, yıllar boyunca birbirimize çarpa çarpa keskinliğimizi yitirebilmemiz sayesindedir.
Deniz dalgaları gibi…
Rüzgar gibi…
Sabırla…
SONSÖZ
Cumhuriyet; Atatürk’ün aklıyla, laikliğin güvencesiyle ve birlikte yaşama iradesine sahip çıkanların omuzlarında dimdik durur.