CİĞER NEREDE “KEDİ YEDİ”

Erzurum’da tüccar Hüsmen Ağa, yıl sonu bilançosunu muhasebecisinden ister. Sayfaları karıştırır, önce yüzünde hafif bir tebessüm belirir. Bir süre sonra tebessüm yerini hüzne bırakır; bilançoyu cebine koyar.

Akşam evde hanımıyla dertleşir :

“Hanım bilançoya bakırem, bu yıl Hac’ca getmemiz gerek. Cebime bakırem Ulu Cami’nin önünde mendil açmam lazım”

Günümüz Türkiye’sinde resmi ağızlardan gelen rakamlar ise sanki başka bir hikâye anlatıyor.

TÜİK verilerine göre Türkiye’de kişi başına düşen yıllık gelir 17 bin 174 dolara ulaşmış.

Bu rakam kâğıt üstünde yüksek bir seviye... Ama sokakta, pazarda, mutfakta durum tam tersini işaret ediyor.

TÜİK’e göre Türkiye’de dolar bazında bir kişi yılda 700 bin lira kazanıyor. Bunu aya böldüğümüzde 58-60 bin liraya denk geliyor.

Yani kundaktaki bebeğin geliri bile 58-60 bin lira.

Resmi bir açıklama yok ama, bugün ülkemizde 8 milyondan fazla asgari ücretli 22 bin 104 lira alıyor.

Üç milyondan fazla emekli ise 16.500 lira ile geçinmeye çalışıyor.

Vatandaş açlık sınırında yaşıyor, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) halkın zenginleştiğini söylüyor.

Ekonomistler, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yıllardır enflasyonda pembe tablo çizdiğini ve açıklanan verilerin gerçeklerden uzak, sahadan kopuk kaldığını söylüyor.

Resmî verilerle gerçeğin arasındaki fark, yoksulluğu daha da arttırıyor. Vatandaşlar, her ay açıklanan enflasyon verilerine bakıp, ucuz marketi aramaktan yoruluyor.

Bakın bu rakamları uydurmuyorum. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK Türkiye’de hesabında 1 milyon lira veya üzeri parası olan mudi sayısı eylül ayında 2024 sonuna göre (daha 2025 verileri açıklanmadı) 728 bin 847 kişi artarak 3 milyon 860 kişiye ulaşmış.

“Kişi başına düşen millî gelirin 17 bin 174 dolara yükseldi” demek, Türkiye’de gelir adaletsizliğinin resmi göstergesidir.

TÜİK’in verilerine göre Türkiye ekonomisi küresel ölçekte güçlenmiş. Ama nasıl bir büyüme, nasıl bir gelir dağılımı ?

Bu çelişkiler büyüme hikâyesini sorgulatıyor. Resmi söylemde büyüme, güçlenme, küresel sıralamalarda yükselme var. Gerçekte ise gelir dağılımındaki adaletsizlik ve yaşam pahalılığı iyice derinleşmiş durumda. İnşaat gibi bazı sektörlerde büyüme konuşulurken, tarımda küçülme, kamu harcamalarında kısıntı gibi olgular da gündemde.

Tarımda üretici artan maliyetlerle ezilirken, pazarda tüketici çok daha yüksek fiyatlarla karşılaşıyor. Bir yandan tarlada 2 liraya çıkan patlıcanın pazarda 35 liraya, 12 liraya çıkan biberin 40 liraya ulaşması gibi uç örneklerle karşılaşılıyor. Pek çok kişinin günlük yaşam mücadelesini ne yazık ki zorluklar içinde sürmekte olduğunu gösteriyor.

Her gün artan akaryakıt fiyatları nedeniyle üretici tarlada boynu bükük; vatandaş pazarda perişan.

Eskiden semt pazarlarında emekliler, pazar arabaları ile giderdi, şimdi poşetlerle dolaşıyor. Vatandaş hayatta kalma kaygısı içinde. Bu gerçeklik, resmi büyüme ve kişi başı gelir rakamlarını doğrulamıyor.

İşte tam bu noktada, akıllara Nasrettin Hoca’nın o meşhur fıkrası geliyor.

Nasrettin Hoca'nın canı ciğer yemeği istemiş. Kasaptan iki kilo ciğer alıp evine götürmüş ve hanımına akşama bana güzel bir ciğer pişir demiş.

Ne var ki o gün eve hanımın misafirleri gelmiş. Kadıncağız ciğeri pişirip onlara ikram etmiş.

Akşam eve dönen Hoca ciğer yemeği yerine önünde bir tas tarhana çorbası görününce sormuş

“Ciğer nerede?

Karısı; “Ciğeri kedi yedi”, demiş. Bunun üzerine “Getir şu kediyi bakalım” demiş Hoca.

Sonra teraziyi çıkartıp kediyi tartmış. Bakmışlar ki tam iki kilo geliyor. Hoca hanımına sormuş: “Peki hanım, kedi bu ise bizim ciğer nerede? Ciğer buysa kedi nereye gitti?

Bu fıkra, gündelik hayatta gördüğümüz çelişkileri, söylenenle yaşanan arasındaki uçurumu ustaca hicveder.

Bugün de benzer bir duyguya kapılmamak mümkün değil: Resmî açıklamalarla sokaktaki gerçeklik arasında bir çelişki, ciğerle kedi arasında tartılmış gibi...

Ne ciğer bulundu, ne de kedi…