BİZ NEDEN ÖLÜYORUZ!

Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın. Albert Camus

Çünkü ölüm şekilleri bir toplumun aynasıdır; saklanmış gerçekleri, makyajlanmış sözleri, üstü örtülmüş ihmalleri tek bir darbeyle açığa çıkarır. Bir ülkenin ekonomisi, adaleti, vicdanı, düzeni, kültürü hepsi insanların ölümünden iz taşır.

Bazı ülkelerde insanlar yaşlılıktan ölür.
Bizde insanlar ihmallerden.

Bir ülkede çocuk işçiler makineye sıkışıp ölüyorsa, orada çocukluk değil, yoksulluk korunuyordur.

Bir ülkede inşaatlarda boşluğa düşen, çocuk işçiler de dahil olmak üzere işçiler toprağa veriliyorsa, beton yükseliyor ama insanlık çöküyordur.

Bir ülkede yüksek katlardan düşen kadınların ölümü “intihar” diye kapatılıyorsa, gerçekte kadınlar değil, adalet düşüyordur.

Bir ülkede asgari ücrete razı edilip çatıya çıkan emekli işçiler yüksekten düşerek ölüyorsa, orada yaş almak değil, yaşamak tehlikelidir.

Bir ülkede her yaz aynı hatalarla çıkan yangınlarda insanlar yanarak ölüyorsa, orada ateş değil, ihmal büyüyordur. Ve her alevin ardından “bir daha olmayacak” deniyorsa, aslında yanıp kül olan ormanlar değil, verilen sözlerdir.

Alevler yalnızca duvarları yakmaz; kilitli kapılar, susturulmuş alarm sesleri ve bakımsız güvenlik önlemleriyle emanet edilen hayatları da yakar. Otel yangınında ölen insanlarımız bir tesisin değil, toplumun ihmallerinin kurbanıdır. Oyuncaklarıyla toprağa verilen her küçük beden, hesap sorulması gereken bir başarısızlığın özetidir.

Bir ülkede uçak kazasında ölen askerler “şehit”, sivil ölümler “kader” denip geçiliyorsa, orada sema değil, sorumluluk delik deşik olmuştur. Gökyüzüne düşen her parça, gömülen canlardan çok daha fazlasını anlatıyordur.

Bir ülkede madenciler göçük altında kalıyorsa, yerin altı değil, vicdan gömülüyordur. Her siren sesi, yüzeye çıkan bir acıdan çok, toprağa gömülen alın terinin kanıtıdır. Siyanürlü toprakta maden arayan işçiler, ölümle iç içe çalışıyor; orada toprak değil, insan hayatı feda ediliyordur. Her beden, ihmalin ve maliyet düşürmenin sessiz çığlığıdır.

Bir ülkede depremlerde on binler ölüyorsa, orada fay hatları değil, ihmaller kırılıyordur. Binlerce yaşamın altında kalan beton değil; göz göre göre ertelenmiş gerçeklerdir.

Çünkü bir toplumda kimler nasıl ölüyorsa, aslında orası tam olarak orasıdır. Ölüm şekilleri, iktidarların makyajını, kurumların yetersizliğini, toplumun yaralarını açığa çıkarır. Ve bir ülkenin aynasına bakmak isteyen, mezar taşlarındaki tarihlere değil, o ölümlerin nedenlerine bakmalıdır.

Çünkü bazen bir ülkede ölenler, aslında yaşamayan düzeni gösterir. Ölümün dili yoktur ama her ölüm, görmeyenlere bir şey anlatır.

Bir ülkede kadınlar adliye önlerinde, sokakta, evde, pazarda öldürülüyorsa, orada toplum sessizliği alışkanlık haline getirmiştir.

Bir ülkede karşıdan karşıya geçen yayalar, kaldırımda yürüyen insanlar hız tutkusu, öfke ve saygısızlık yüzünden ölüyorsa; o trafikte arabalar çok, vicdan çok azdır.

Bir ülkede kuryeler, motorcular siparişi yetiştirmeye çalışırken dar yolların, bozuk asfaltın ve acele etme baskısının altında eziliyorsa, o siparişin bedelini bir insan canıyla ödemek normalleşmiştir.

Bir ülkede askerler mağaralarda gazdan, tatbikatlarda güneşin altında bekletilmekten, uçak ve helikopter kazalarında ölüyorsa, devletin güvenliği bile güvenli değildir. Bir annenin evladını askere gönderirken ettiği dua artık bir güven değil, bir korku duasıdır. Bir ülkede madenciler, inşaat işçileri, fabrika emekçileri her yıl aynı nedenle toprağa veriliyorsa, o toprak verimli değil, ölümcül bir suskunluğu saklıyordur.

Bir kadın yalnızca “yardım edin” diye seslendiği için yardımına koşan kişi öldürülüyorsa; bir anne parkta yürürken nefes aldığı yer bile ona mezar olabiliyorsa; bir ağabey annesini, kız kardeşini, ailesini korumak isterken toprağa düşüyorsa… Orada suç değil, cezasızlık dolaşıyordur sokaklarda. İnsanlar ölmez; koruyamadığımız vicdanlar, sahip çıkamadığımız hayatlar ölür aslında. Ve biz, en sıradan bir günü bile ölümle sınayan bir düzenin içinde yaşamaya razı bırakılırız.

SMA’lı bebekler hayatta kalabilmek için aileleri tarafından sokakta para toplamak zorunda bırakılıyorsa, tıp değil, kadercilik kutsanıyordur. Hastane koridorlarından değil, sokaklardan duyulan yardım çığlıkları, aileleri evlatlarını yaşatmak için çaresiz bırakıyorsa, orası bir ülke değil, umutsuzluğun kurumsallaştığı karanlıktır. Sosyal devlet, vatandaşını modern dilenciye çevirmemeli; bir SMA’lı bebeğin ilacı canından değerli görülüyorsa, eksik olan para değil, insanlıktır.

Bir ülkede yaşlılar ilaç temininde zorlanıp hastanede yer bulamazken, bir de kanser hastalarının ilaçlarını yurt dışından temin etmek zorunda kalıp astronomik ücretler ödemesi, yalnızca sağlık eksikliğini değil, adaletsiz ekonomik düzeni de gözler önüne serer. İlaçlar yurtdışından geldiği için eklenen nakliye ve gümrük maliyetleri, üzerine bindirilen vergiler; zaten kırılgan olan aile bütçelerini paramparça eder. Bir hasta, hayatta kalmak için ilacın peşinde kapı kapı dolaşırken, ülke o ilacı bir hak değil, lüks bir tüketim maddesi gibi faturalıyordur. Bu sadece maddi bir yük değil her reçete bir çaresizlik, her ödeme bir onur kırılmasıdır; sonuçta en korunması gerekenler, en yüksek fatura ile ödüllendirilmiştir.

Bir ülkede hastanenin acil bölümünde “Bir şeyin yok, geçer…” denip eve gönderilen insanlar birkaç saat sonra hayata veda ediyorsa, orada eksik olan sadece tıbbi müdahale değildir. Eksik olan ciddiyet, sorumluluk, denetim, sahiplenme kısacası insana değer verme kültürüdür. Bazı ülkelerde sağlık sistemi insanı yaşatmak içindir. Bizde insanlar sağlık sistemine rağmen yaşamaya çalışır.

Ve bir ülkeyi gerçekten anlamak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne, nasıl yaşamak zorunda bırakıldığına bakın. Çünkü o gerçek, hiçbir resmi açıklamanın saklayamayacağı kadar büyüktür.

Ucuz fiyatların ardında yalnızca indirim değil, kimi zaman ihmalin ve denetimsizliğin karanlık yüzü vardır. Etiketlerdeki katkı maddeleri kimsenin umurunda değilse, bozuk gıdalar raflara geri dönüyorsa, orada denetim değil kadercilik hakimdir. Açıkta satılan yiyecekler, güneşte bekleyen etler, hijyenin olmadığı tezgahlar… Hepsi sessiz birer tehlikeye dönüşür; bir öğünlük açlığı giderirken, bir ömrü söndürebilir.

Gıda zehirlenmesi bir mide rahatsızlığı değil; ihmaller zincirinin görünür halidir. Hastane koridorlarında bekleyen hastaların ani ölümleri aynı gerçeği fısıldar: Bir ülkede insanlar yedikleri yüzünden ölüyorsa, sorun yemekte değil, önlem almayan düzendedir.

Bir ülkede yurtlarda kaybolan ya da intihar eden gençler, ihmal yüzünden can veren gençler varsa, orada gençlik değil, ihmaller büyüyordur.

Kapıları kilitli depolarda, parfüm fabrikalarında çalışan kadınlar yangında çıkış bulamıyorsa, o yangının adı kaza değil, umursamazlıktır. Bazı ülkeler vatandaşını yaşatmakla övünür. Bazı ülkeler ise vatandaşının nasıl öldüğünü açıklamakla meşguldür.

Biz hangi taraftayız?
Bir ülkeyi tanımak için bayrağına bakmaya gerek yok. Marşına, meydanlarına, dev binalarına hiç gerek yok.

Sadece manşetlere bakın: kaç kadının, kaç işçinin, kaç çocuğun, kaç bebeğin, kaç askerin, kaç öğrencinin, kaç yaşlının önlenebilir sebeplerle öldüğünü görün. Haberlerde saniyelik bir alt yazı olan her ölüm, bir evde ömür boyu kapanmayacak bir yara demektir. Biz bu haberlere alıştık sanıyorlar. Oysa biz alışmadık. Sadece sustuk, susturulduk, yorulduk. Üç gün sonra unuttuk, unutturulduk.

Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın dedik ya… Aslında bir de şuna bakın: kimler yaşıyor, kimler yaşayamıyor; kimler korunuyor, kimler yok sayılıyor.

Bir gün gerçekten değişecek bu tablo; belki bir çocuktan, belki bir gençten, belki artık dayanacak gücü kalmamış bir annenin “Yeter!” çığlığından başlayacak. Çünkü hiçbir acı sonsuza kadar sessiz kalmaz. Hiçbir toplum, kendi evlatlarının mezarlarına bakarak yaşamayı kabullenmez.

Ve belki o gün geldiğinde, “Biz neden ölüyoruz?” sorusunu ilk kez gerçekten geride bırakacağız.

Ama bugün… bugün aynı sorunun ağırlığı var omuzlarımızda. Bugün aynı başlıklarla uyanıyoruz. Bugün hala değişmeyen bir cevabın gölgesindeyiz.

Ve en acısı, bu cevap bizim kaderimiz olmaya devam ediyor.

SONSÖZ
Biz neden ölüyoruz?
Biz niye yaşayamıyoruz?