Son zamanlarda, genellikle 12 Eylül dönemiyle ilgili, anı öykü ya da anı romanlar yazan dostlarımız oldukça çok. Bu hem edebiyatımız açısından hem de tarihe not düşmek açısından mutluluk verici.
Bu yazarlarımıza karşı eleştiriler de yine aynı çoklukta. Elbette anı roman ya da öykülerde, yaşadıklarını abartarak kendini kahraman ilan etmeye çalışanlara karşı aynı olaylara tanık olanların eleştirileri doğal. Ancak, bazı eleştirilerde yapıcı olmaktan çok eleştirmek için, açık aramak için okuduğunu seziyorsunuz. Bir de eleştirinin yeri ve zamanı çok önemli. Kimi okuyanlarımız kendini ve okuduğunu anlatma telaşında.
(Buraya özel bir not eklemeden geçemeyeceğim; söze geldiğinde mangalda kül bırakmayanların iyi ya da kötü, eksik ya da fazla yazan insanları “acımasızca” eleştirilerine tanık olduğumda çok üzülüyorum. Keşke diyorum keşke… sizler de tarihe not bırakmak adına bir şeyler yazsanız, ya da yapıcı eleştiride bulunsanız…)
Elbette eleştiri herkesin doğal hakkı, yapıcı olmak kaydıyla. Yazar da yapıcı eleştiriye katlanmak zorunda. Ancak, zamansız ve yersiz yapılan eleştiri haklı da olsanız yazarı kırıyor ve incitiyorsa!.. Kendimize ne yapıyorum sorusunu sormamız gerekir.
Gazeteci/Yazar Adnan Gerger’in “TAVHANE ÇOCUKLARI” kitabının imza gününde tanık olduğum bir eleştirinin “ne kadar haklı ve yerinde!” olsa da “yersizliğine” tanık oldum.
Bizim yapmamız gereken eleştiriler yapıcı ve yönlendirici olmalı ki hem yazarına hem de okuyanları yanlış yönlendirme adına haksızlık etmiş olmayalım.
Yazarın asıl görevlerinden birincisi, tarihe not bırakılacaksa yalan yanlış şeyler bırakılmamalı. İkincisi ise bizlere geçmişte öğretilen “Devrimci Ahlak” çerçevesinde davranılmalı.
Yakın tarihle/Tarihimizle ilgili yayınlanan kitapların büyük çoğunluğunu okudum. Her birinden ayrı şeyler öğrendim. İsmail Sarıtaş’ın “UNUTULMAYAN YILLAR/Bir Yolcunun Anıları” kitabı da bunlara dahil.
UNUTULMAYAN YILLAR/Bir Yolcunun Anıları Yazar Rıza Rençber’in önsözü ile başlıyor, giriş bölümünde yazarı tanıtıldıktan sonra, öykülerle ve ara ara konulara ilişkin şiirlerle devam ediyor. Sarıtaş kitabındaki öykülerini üç bölümde değerlendirebiliriz. Birincisi, köyü/çocuk yılları ile ilgili anıları, ikincisi, Türkiye’de gelişen kentleşme. Köylerden kentlere göç ve yaşanılan zorluklar. Üçüncüsü de siyasi dönem, cezaevi koşulları; gözaltılar, işkenceler ve askeri darbe dönemde yaşananlar.
İsmail Sarıtaş’ın kitabına da eleştiriler olacaktır, olmalıdır da. Benim eleştiri hakkımın saklı kalması şartıyla… Kesinlikle okunması gereken bir kitap olduğunun altını çiziyorum. Okuyanı çok yolu açık olsun diyorum.
Şimdi de 7 Mayıs 1953 yılında, Sivas/Kangal, Zerk Köyünde doğan İsmail Sarıtaş’ın biyografisini kendi kaleminden okuyalım. Annem harmanlar kaldırılmıştı dese de nüfus kaydımda Mayıs yazılıydı.
İlkokulu bitirdiğimde nüfus cüzdanım daha çıkmamıştı.
O sene annem ile babama acele nikah yapıldı da çok yapraklı nüfus cüzdanımı çıktı.
Nüfus memuru herkese yaptığı gibi bize de azizlik yapmıştı. Babam ile benim yaş farkım nüfus cüzdanımda 8 yıl görünüyordu.
Nüfus kâğıdı tamamdı ama o güz, 1965 yılı sonu babam Çanakkale’ye askere, ben ortaokula Tarsus’ a doğru Kara Vagonla yola çıktık. Annem “oğlumu okutacağım, adam olacak benim oğlum” diyordu. Babam askerden gelinceye kadar Tarsus’ da okudum ve sonra annem “Ankara’ya iyi” dedi, çeke çeke bizi Ankara’ ya götürdü. Orada daha iyi okurmuşum.
Meşhur Mamak Lisesi orta kısmına 1968 yılında başladım. Mamak Lisesi’nde lise eğitimimi tamamladıktan sonra, 1973-1974 Öğretim döneminde Ankara Üniversitesi İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne başladım. 1973 de başladığım. Politik baskılar nedeniyle dışardan imtihanlara girerek sınıfları geçerek eğitimimi tamamladım. Okula devamlılık zorunluluğu olmadığından, Tuzluçayır’ da Güzelleştirme Derneğinde, sonra kendi ellerimizle inşa ettiğimiz Halkevinde de “sosyal, kültürel ve siyasal eğitimimi!” tamamladım.
Ahmet Yıldız döneminde Halkevleri Genel Merkez delegeliğini uygun gördü halkımız. Diploma vermediler ama halkımızla hayat mektebinde pratik yapmanın zevkini bugüne kadar hiçbir zaman bulamadım.
1978 Yılında Memur sınavına girip kazandım, 2 yıl memurluk yaptım. 1984’ün şubat ayında önce ben, ardımdan eşim bir yolunu bulup Almanya’ ya zorunlu çıkış yaptık. 13 yıl sürgün hayatı yaşadıktan sonra 1990 yılında Volkswagen araba fabrikasında işe başladım.
Bu süreçte çeşitli dergilerede öyküler, şiirler, kültürel yazılar yazmaya başladım. Şehrimizde çıkan El Kapıları, Bizim Dergi gibi dergilerde bu yazılar yayınlanınca, okuyucular ve dostlarım bu yazıların kitaplaşmasını önerdi.
İlk kitabım Tuzluçayır’ın 1970’li yıllardaki siyasi geçmişini ve kendi biyografimi içeren “UNUTULMAYAN YILLAR/Bir Yolcunun Anıları” adlı kitabım 2017 yılında Ürün Yayınları aracılığıyla okuyanlarımla buluştu. Arkasından 2020 yılı içinde siyasi öykülerle birlikte, aşk, kadın ve hayata dair değişik 17 adet öykünün yer aldığı “GÜLİZAR” adlı öykü kitabım aynı yayınevi tarafından yayınlandı. Seneye yayınlatmayı düşündüğüm bir Roman ve şiir kitabım olacak.
Kitaptan bir alıntı:
““Telli teyze ne zahmet ettin?” dedim.
Telli teyze bir süre sinirli sinirli baktıktan sonra:
“Oğlum görmüyor musun? Bu kız üşümüş. Soğuktan tir tir titriyor. Haydi birer çay için. Biraz ısındıktan sonra devam edersiniz” dedi.
İşte bizim halkımız budur. Biz kadının evinin duvarını kirletirken, o bize kızmak yerine çay ikram ediyordu.
Biz sevdalarımızı yazdık
Yıkık dökük gecekondu duvarlarına
Kan kırmızıydı yumruklu yıldızlar
Ayın gölgesinde büyüttük umutlarımızı
O puslu gecenin sabahında
Güneşi kucaklarken
Öfkemizi yıllara verdik
Sular tutuşurdu hıncından
Bir Eylül yeli değdi
Ayrılık girdi araya gülüm
Kırmadık kalplerimizi
Şimdi yaşlandık
Ve
Puslandı anılarımız.”