Bir ülkede insanlar artık “iş bulabilecek miyim?” diye sormuyor. O soru geride kaldı; çünkü artık kimse yalnızca işsiz kalmaktan korkmuyor. Bugünün sorusu daha acımasız, daha ağır ve daha yakıcı: “İşim varken ay sonunu görebilecek miyim?” Sabah erken kalkıp işe giden, emeğini veren, akşam yorgun dönen milyonlarca insan için hayat, artık çalışmakla düzelmeyen bir dengeye dönüşmüş durumda. Sorun işsizlik değil; sorun, çalışmanın yoksulluğu engelleyememesi. İşte tam da bu noktada mesele ekonomi olmaktan çıkıyor, doğrudan hayatın kendisine dönüşüyor.
Çünkü bugün bu ülkede çalışmak, insanı yoksulluktan korumuyor; yalnızca yoksulluğun sınırında tutuyor. Maaş yetmiyor ama kesilmiyor da. Hayat pahalı ama tamamen kopmuyor. İnsanlar düşmüyor; fakat sürekli denge kaybı yaşıyor. İşte bu hal, en yorucu olanı. Ne isyan edilecek kadar dibe vurmuş bir yoksulluk var ne de nefes aldıracak bir refah. Sadece yavaş yavaş, her gün biraz daha eksilen bir hayat var.
Bu yoksulluk, eski bildiklerimize benzemiyor. Kapıda bekleyen, açıkça görünen bir açlık değil bu. Bu, sessiz bir eksilme hali. Market raflarında fiyatlara bakıp geri konan ürünlerde, pazardan yarım dolu fileyle çıkılan akşamlarda, “bu ay olmaz” diye ertelenen ihtiyaçlarda kendini belli ediyor. Kimse bağırmıyor, kimse yardım istemiyor; ama herkes biraz daha kısıyor. Önce keyiflerden, sonra ihtiyaçlardan, en sonunda hayallerden. İnsanlar artık fakir olduklarını değil, yetemediklerini hissediyor. Bu his, cebin boşalmasından daha ağır; çünkü insanın onuruna dokunuyor.
Bugünün asgari ücretli yoksulluğu, görünmeyen bir yoksulluktur. Kimse çöp karıştırmıyor belki; ama herkes etiket ezberliyor. Kimse açlıktan bayılmıyor; ama çoğu insan tok hissetmiyor. Kimse sokakta yatmıyor; ama evinde huzurla uyuyamıyor. Çünkü geçim sıkıntısı artık yalnızca sofraya değil, zihne de yerleşiyor. İnsanlar akşam yemeğini düşünürken, aynı anda ertesi ayın hesabını yapıyor. Hayat, yaşanacak bir alan olmaktan çıkıp sürekli planlanması gereken bir mücadeleye dönüşüyor.
Rakamlar konuşuyor elbette. Yüzdeler açıklanıyor, grafikler çiziliyor, tablolar paylaşılıyor. Ama o rakamların içinde pazarda hesap yapan kadın yok. Çocuğuna “haftaya alırız” diyen baba yok. Kirasını yatırdıktan sonra ayı bitmeyen çalışan yok. Sayılar yukarı giderken hayat aşağı iniyorsa, orada sorun matematik değil; adalettir. Çünkü ekonomi, insanı yaşatmadığı noktada yalnızca kuru bir hesaba dönüşür.
İşte kırılma noktası tam burasıdır.
İnsanlar artık hayattan söz etmiyor; hayatta kalmaktan söz ediyor.
Gelecek planı yapılmıyor, yalnızca bir sonraki ay kurtarılmaya çalışılıyor.
Çalışmak bir umut değil, bir mecburiyet haline geliyor.
Alın teri, insanı ayakta tutmuyor; sadece düşmemeye zorluyor.
Emek, yaşamı taşımaya yetmediğinde insanlar sistemi sorgulamak yerine, kendi hayatlarından kısmaya başlıyor. Daha az yemek, daha az ısınmak, daha az gülmek, daha az hayal kurmak… Böylece yoksulluk yalnızca cebe değil, insanın iç dünyasına da yerleşiyor. Bu, görünmeyen ama en kalıcı yoksulluk biçimi.
Bir ülkede çalışmak artık yoksulluğu engellemiyorsa, çalışmanın anlamı ne zaman kaybolur?
Bu soru cevapsız bırakıldıkça, emek değersizleşiyor; umut sessizce çekiliyor.
İnsanlar bu soruya cevap aramıyor; çünkü cevap vermek cesaret istiyor. Bunun yerine susmayı tercih ediyorlar. Sabır öğütleniyor, şükür telkin ediliyor, “daha kötüsü var” denilerek her şey normalleştiriliyor. Oysa bu cümleler teselli değil; yoksulluğa alışmanın dili oluyor. Bir toplum yoksulluğu kader, sabrı çözüm sanmaya başladığında, geleceğini de sessizce tüketiyor.
Paranın azalması bir krizdir. Ama umudun azalması bir çöküştür. Bugün gençler hayal kurmakta zorlanıyor, orta yaşlılar sürekli yorgun, yaşlılar ise “biz bunu hak etmedik” demenin sessizliğinde. Bu cümleler yüksek sesle söylenmiyor belki; ama her yerde hissediliyor. Çünkü bir ülkede insanlar geleceği konuşmayı bıraktığında, gelecek de o ülkeyle konuşmayı bırakır.
Bu yazı bir suçlama değil. Bir isyan hiç değil. Bu yazı bir ayna. Bakan herkes kendini görüyor. Çalışan, geçinemeyen, yorulan, susan…
Sessizlerin çığlığı.
SONSÖZ
Bir ülkede çalışmak insanı yoksulluktan korumuyorsa, yoksulluk artık bir kriz değil, bir düzendir.
Ve o düzende kaybolan şey para değil;
hayatın kendisidir.