Merhaba sevgili dostlar,
Fotoğraf, çoğu zaman “anı yakalamak” olarak tanımlanır. Ama ben bu ifadeye hep mesafeli durmuşumdur. Çünkü bir anı yakalamak, onu sahiplenmek ya da dondurmak gibi bir hissiyat yaratıyor insanda. Oysa ben inanıyorum ki; fotoğraf, bir anı sahiplenmekten çok, o âna tanıklık etmektir.
Ve bu tanıklığın başladığı an, deklanşöre bastığımız andır — ama sadece parmağımızla değil, kalbimizle bastığımızda…
Deklanşör…
Bir makine parçası gibi görünse de, aslında bir iç sesin, bir duygunun, bir sezginin dışa vurumudur.
Bazen bir bakışı saatlerce beklersiniz. Bazen ışığın düşüşünü izlersiniz.
Ama o “an” gelir, ve içinizden bir şey “şimdi” der.
İşte o an, zamanın içinden sıyrılmış bir sonsuzluktur.
Zaman, genelde kronolojik olarak akar. Dakikalar, saniyeler, saatler… Ama fotoğrafçının iç dünyasında zaman böyle işlemez. Orada zaman; hisle, yoğunlukla, farkındalıkla akar. Bazen bir an, saatler gibi sürer; bazense bir saat, bir karenin içinde eriyip gider.
Bazı kareler var ki, çekerken hissettiğiniz o duyguyu yıllar sonra bile hatırlarsınız.
O fotoğraf artık size ait değildir sadece. O bir zamansızlıktır.
Bir hatırlayış, bir sezgi, bir içe dönüş anıdır.
Benim için deklanşöre basmak, bir kapıdan geçmek gibidir.
Bazen bir çocuğun bakışında geçerim o kapıdan,
Bazen bir kadının alnındaki yorgunluk çizgisinde.
Bazen yağmurda ıslanan taş bir duvarda,
Bazen gece vakti sokak lambasının altındaki yalnız bir silüette…
Ama o geçişin anahtarı, her zaman bir duygudur.
Bana sıkça sorulan bir soru vardır: “Hangi anı çekmeliyim?”
Ben de hep şöyle cevap veririm:
“Sana dokunanı… Başkasının değil, senin kalbinde yer edeni…”
Çünkü fotoğraf çekmek, sadece görmek değil; hissetmektir.
Deklanşör bir sonuç değil, bir teslimiyettir.
Ve bazen deklanşöre basmamak, en güçlü çekim olabilir.
Yıllar önce bir yaşlı adamla göz göze geldiğim bir an vardı.
Çok güzel bir ışıktaydı, kadraj yerli yerindeydi.
Ama elim gitmedi.
Çünkü o bakış, bana sadece izin değil, aynı zamanda saygı da fısıldıyordu.
Ve ben o kareyi çekmedim.
Ama hayatım boyunca o kareyi zihnimde çektim.
İşte bazen fotoğraf, çekmediğimiz karelerle de büyür.
Deklanşöre basmak bir beceri değil, bir iç iradedir.
Ve bu irade, ustalığın değil, insan kalabilmenin yansımasıdır.
Çünkü insan, her gördüğünü almaz.
Bazı anlara sadece eğilir, selam verir, geçer.
Bazı anları ise kalbine çeker, sonsuzluğa bırakır.
Bu yüzden “deklanşöre basmak” dediğimiz şey, aslında zamanla değil, sezgiyle ilgilidir.
Bir an, teknik olarak doğru olsa bile his olarak yanlışsa, o kare eksiktir.
Ama teknik olarak kusurlu ama kalpten gelen bir kare…
İşte o kare, bir hikâye anlatır.
Bir gün bir öğrencime şöyle demiştim:
“Deklanşöre bastığın anı iyi hisset. Çünkü aslında o kare seni anlatacak.”
Ve gerçekten de öyledir.
Her fotoğrafçı, çektiği karelerin toplamı değildir.
Asıl olarak, hangi anları çektiği ve hangi anları çekmediğiyle oluşur.
Bazen sabahın ilk ışığında bir kadın pencereden dışarıya bakar.
Ve o bakışta yıllar, özlemler, pişmanlıklar, umutlar birikir.
Siz sadece bir anı çekmiş gibi görünürsünüz,
ama o karede aslında bütün bir hayat vardır.
O kare, izleyiciye sadece bir görüntü değil, bir his bırakır.
Ve o his, asla eskimez.
İşte bu yüzden diyorum ki:
“Fotoğraf, bir anı durdurmaz. O anı sonsuz kılar.”
Çünkü doğru zamanda basılan deklanşör, sadece bir görüntü değil; bir sezginin, bir duygunun, bir ruh halinin görsel kaydıdır.
Bir karede göz yaşını görmezsiniz belki, ama göz pınarının kenarındaki dolgunluğu hissedersiniz.
Bir gülüşte neşe yoktur belki ama sabır vardır, kabulleniş vardır.
Ve bunlar, hiçbir teknik ayarla yaratılmaz.
Bunlar, sadece “anlayarak bakmak”la mümkündür.
Deklanşör, bakışla birleşince anlam kazanır.
Kalp titreşmeden, parmak basmamalıdır.
Çünkü her kare, biraz dua gibidir.
Ve dua aceleye gelmez.
Son söz:
Fotoğraf, zamanı kesmez.
Zamanı yavaşlatır.
Bazen de durdurur.
Ama en çok da;
“İçimizde iz bırakan bir ana dönüşür.”
Deklanşöre ne zaman basılmalı sorusunun tek bir cevabı yoktur.
Ama şunu söyleyebilirim:
“İçin kıpırdadıysa, o andır.”