“Bir Alışkanlığın Ardından”

Bu satırları yazarken, göç ettiğini sandığım kırlangıçları bahçede yeniden görmenin sevinci içindeyim. Öyle ki içerideki eşimi telefonla arayıp, “Kırlangıçlar göç etmemişler, hâlâ buradalar!” dedim. İnsanoğlu ne çabuk alışıyor… Her ne olursa olsun, o tanıdık sesleri duyduğumda zihnime kırlangıçların şarkılarıyla birlikte soru işaretli notalar doluştu.


Bu hissi geçen hafta teslim ettiğimiz Yargıtay binasında da yaşadım. O tarihi yapı, yıllar boyunca kimlerin nefeslerine duraklık etti bilinmez. Yenilenmesi gerekti ve biz, iklimlendirme sistemlerini baştan kurduk. Teslim günü imzalar atıldı, herkes birer birer işini bitirip gitti. Sona kalanlardan oldum. Merdivenlerinden inerken; bir yanda çalışmanın telaşı, diğer yanda yan blok yıkıldığında havaya karışan o toz duman… Hepsi zihnimde miski amber hatıralarına dönüştü. Aylarca herkesin sinir uçlarını gerdiği o dönem, sanki hiç yaşanmamış gibiydi. Ama iş bitmişti. Ve zihnim, yine o buruk tadı sessizce tattı.


Biz neden alışkanlıklarımızdan vazgeçmekte bu kadar zorlanıyoruz? Ya da, vazgeçmeli miyiz? Bu soruların tam ortasında, ben neden harflerin raksından vazgeçemediğimi anlatmak istiyorum. Jean-Jacques Rousseau’nun “Ortak irade, herkesten gelip herkese uygulanabilendir” sözü geldi aklıma. Belki de alışkanlıklarımız, bu ortak iradenin gölgeleri… “Üzüm üzüme baka baka mı kararır?” sözü gibi. Her alışkanlık için geçerli değil elbette. Ama bazıları, kendi içinde kümelere ayrılıyor. Zihnimde taslağı olan bir kitap var; bu yazı da onun derin sularına atılan ilk taş belki.
Geçtiğimiz günlerde, sabah rutinlerine sıkı sıkıya bağlı bir iş insanıyla sohbet ettik. Konu, verimli ve insana değer katan alışkanlıkların etrafında yoğunlaştı. Yıkıntılar arasındaki tozdan sıyrılıp iş bitiminde bir başarıya ulaşmak gibi… O anda yaşadığım şey, bir alışkanlıktan vazgeçmenin hüznü müydü, yoksa bir işi tamamlamanın içsel sevinci mi? Bilmiyorum. Ama orada bir alışkanlık vardı.


O sohbetin devamında, ortak bir tanıdığımızdan bahsettik: Zeka yaşı hâlâ genç, ama beden yaşı ileride olan bir iş insanı. Şu an birçok aile nesline yetecek kadar serveti var. Ama hâlâ her sabah şantiyesine ilk o gidiyor, kontrol ediyor, talimatları kendisi veriyor. Peki ya gençler? Kendine zaman ayırmadan bu tempoda çalışmak neden? Kazancını yemeden, hayat suyunu hep işin içinde aramak… Bu vazgeçilemeyen bir alışkanlık mı? Yoksa “Ben olmadan hiçbir şey olmaz” diyen içten içe işleyen bir egonun dışavurumu mu?


Dün Sakıp Sabancı’nın bir video kaydını izledim. Bana göre, gerçek anlamda iş insanı tanımını yaşatan harika insanlar onlardı. Usta gibi, karakter duvarlarına en sağlam taşları dizmişler. Videoda Sabancı, muhtemelen yaşı ilerlemiş bir dönemindeydi. Anlatımının bir yerinde şöyle dedi: “Benim bir oğlum var, Metin Sabancı. Ayakkabı giymemiş, hiç yürümemiş, ‘Baba bana otomobil al’ dememiş. Neyleyim ki otomobil fabrikalarım var.” Bu sözleri söylerken, gözyaşları kalbiyle anlaşmış gibiydi. Yılların acısı, belki de artık alışkanlığa dönmüş bir kaybedişin ifadesiydi. Bu duygular da birer alışkanlık olabilir mi?


Son dönemde sıkça duyduğum bir kalıp var: “Genç nesil çalışmıyor.” Belki de bu da bir zihinsel alışkanlık. Geçtiğimiz hafta yaptığım bir hastane şantiyesi ziyaretinde, yaşam ustası bir mühendisle genç mühendislerin birlikte nasıl müthiş bir sinerji yakaladığını gördüm. Uzun süredir katıldığım en teknik ama en içten konuşmaydı. Bir de sektörde birlikte çalıştığımız bir makine mühendisi dostumuz var. Onunla tekniğin moleküllerine kadar iniyoruz. Her seferinde alışkanlıkla tutkuyu birbirinden ayıran o ince çizgide buluşuyoruz.
Boethius der ki: “Her şey bilinir, ama kendine göre değil; bilenin kapasitesine göre.”
Ben de bu yazıyı, alışkanlıklar zincirinin en ışıklı halkasına asıyor, hepimizin zihnine emanet ediyorum.