BEDEL ÖDÜYORUZ DA… NEDEN VE DAHA NE KADAR?

Bazen akşam herkes uyumuşken, ev sessizliğe bürünmüşken kendi kendime soruyorum: “Biz bu kadar ağır bedelleri neden ödüyoruz ve daha ne kadar ödemeye devam edeceğiz?”

Ekonomik kriz artık dışarıdan gelen bir tehlike değil. Evimizin içine girdi, soframızın başköşesine yerleşti ve bize ‘‘bugün neyi eksiltelim?’’ sorusunu zorla sorduruyor. Soframızın baştacı ekmeği soğanı bile hesap yaparken, çocuğumuza bir çikolata alamadığımız için içimiz sızlarken, bu sadece pahalılık değil, yarının umudunu bugünden harcamak demek.

Gençler yıllarca ders çalışıyor, hayal kuruyor ama kapılar açılmıyor. Bir sınav daha, bir umut daha… ve çoğu zaman bir hayal daha yıkılıyor. Sadece işsiz kalmıyorlar, emeklerinin karşılıksız bırakılmasının derin acısıyla baş başa kalıyorlar. Atanamayan öğretmenlerimiz, umutla verdikleri emeklere rağmen kapıların yüzlerine kapanmasıyla öylesine çaresiz kalıyorlar ki, kimi intiharın kıyısına sürükleniyor. Bir baba evladına bakarken “Bir kapı açılır mı?” diye dua ediyor, her kapı kapandığında içeride bir umut daha ölüyor. Bir annenin evladına “Sabret oğlum, sabret kızım olur elbet…” diyerek sesi titriyor, çünkü içten içe biliyor bu, sisteme kurban edilmiş gençliğin bedeli.

Bugün emeklilerimizi izlediğimizde sadece yorgun omuzlar görmüyoruz. Bir ömür çalışmış bir insanın maaş kuyruğunda çaresizce iç çektiğini görüyoruz. Hak ettikleri huzuru değil, poşetlerinde bir kilo patates ve iki ekmeğin ağırlığı değil, haksızlığın yükünü taşıyorlar. Asgari ücretliler, hayatın en temel gereksinimlerini karşılamak için gün boyu çalışırken, aldıkları ücretle geçinmeye çalışmanın bedelini ödüyor. Her gün çabalayarak yaşam mücadelesi vermek zorunda kalan bu insanlar, toplumun gözünde hala “yorgun ve çaresiz fedakarlar” olarak kalıyor.

Sağlık sistemi artık hastalıkla değil sabrımızla sınanıyor. “Belki bu hafta randevu alırım” diye beklerken iyileşme değil, tükenme başlıyor. İnsan sağlığının bile bedel isteyen bir lükse dönüştüğü yerde yaşıyoruz.

Eğitim mi? Çocuklarımız sırtlarında ağır çantalarla okula gidiyor ama sadece kitap taşımıyorlar, “Bu ülkede geleceğim var mı?” sorusunu da taşıyorlar. Ve ne yazık ki, ekonomik şartlar nedeniyle çalışmak zorunda kalan çocuk işçilerimiz, hem okul hem iş hayatının yükünü taşırken, güvenliksiz koşullarda iş kazalarına kurban oluyor. Her kazada bir çocuk, bir umut, bir hayat yok oluyor; bu kayıplar, toplumsal vicdanın ödenmemiş bedeli olarak kalıyor.

Ya Kadınlar? Yolun karşısına geçerken sadece ışığa bakmıyor, etrafına da bakıyor. Yaya geçidi çizgisine de bakmıyor, ölüm ve yaşam arasındaki çizgisine bakıyor. Çocuklar kendi oyun seslerini kısmayı öğrendi. Güvenliğin olmadığı bir yerde, özgürlük en ağır bedel haline geliyor ve bu bedel ödeniyor.

Ah Doğa nefes alamıyor…Yangınlarla yandı, sellerle sürüklendi. İçinde yaşayan canlıların nefesleri tükendi bitti. Bir ağacı koruma mücadelesi artık bir yaşam mücadelesine dönüştü. Çünkü biz doğaya yaptığımız her şeyin bedelini artık kendi yaşamımızla ödüyoruz.

Bir fotoğrafta işkence görmüş bir köpek gördüğümüzde içimiz parçalanıyor. Telefonu kapatıyoruz ama unutmuyoruz. Bu toplum artık sessiz canların acısını da vicdanının en derin yerinden ödeyen bir toplum.

Depremi yaşadık. “Herkes susunca” o çığlık daha da büyüdü. “Sesimi duyan var mı?” O ses sadece enkaz altındakilerin değil ihmallerin, hazırlıksızlığın, unutmanın sesi oldu.

Ve şimdi hala soruyoruz…
“Neyi bu kadar yanlış yaptık da bedeli bu kadar ağır ödemek zorunda kaldık?”

Belki de en büyük hatamız sustuk. İtiraz etmek yerine alıştık. “Olan olur” dedik. Hakkımız olanı istemeyi bıraktık. Ve işte bu yüzden bugün ödediğimiz bedel yalnızca krizlerin ya da afetlerin değil, onurlu duruşumuzu uzun zaman önce kaybetmiş olmamızın bedelidir.

Ama burada bitmiyor…
Çünkü biz yalnızca pahalılığın değil, görmezden gelinen engellilerin, “Hakkımı kim savunacak?” diye bekleyenlerin, asgari ücretlilerin, çocuk işçilerin ve iş kazalarında kaybettiklerimizin de acısının bedelini ödüyoruz.

Biz sadece yoksulluğun değil, sokak ortasında katledilen kadınların duyulmayan çığlığının, çocuklara yapılan iğrençliklerin “üstü örtülürken” boğazımıza düğümlenen utancın, sahte diplomalarla makam dağıtılan hoyratlığın, atanamayan genç öğretmenlerin intiharlarının, iş kazalarında kaybettiğimiz çocuk işçilerin bedelini yaşıyoruz.

Ve daha da acısı… Henüz yeni doğmuş, hayata merhaba bile diyememiş bir bebek katlediliyor ve toplum “kader…” diyerek önünden geçip gidiyor. Sırf “yan baktı” diye hayatı elinden alınan gençlerin, kardeşini koruduğu için yere düşen çocukların, parkta oturduğu için ya da sıradan bir alışveriş yaptığı için hedef olan, hiç tanımadığı birinin silahıyla hayattan koparılan nice masumun kanı, toplumun vicdanına ağır ağır yazılıyor. Trafikte mevki arkasına saklanıp can alanların cezasız bırakılması ise adaletin suskunluğunun en büyük bedelidir. İşte o sessizlik hepimizin içini kemiren tarifsiz bir yara olarak duruyor.

Artık açıkça söylemek zorundayız.
Biz sadece ekonomik krizin değil, adaletsizliğin, vicdansızlığın ve suskunluğun bedelini ödüyoruz.

Ve artık YETER.
Bir toplum, bir millet, insan ancak bir yere kadar taşır acıyı. Sonra bir gün gelir, bir cümle bütün devranı değiştirir:
“Biz bu bedeli artık ödemeyeceğiz!”
O gün geldiğinde;
✔️Engelliyi görmezden gelen değil, elinden tutan kazanacak.
✔️Kadını öldüren değil, kadınların yaşam hakkını savunan ses yükselecek.
✔️Çocuğa kıyanlar değil, onu korumak için ayağa kalkanlar söz sahibi olacak.
✔️Sahte diplomalarla makam dağıtanlar değil, emeğiyle alın teriyle çalışanlar başı dik yürüyecek.
✔️Mevki arkasına saklananlar değil, adalet isteyenler haklı çıkacak.
✔️Asgari ücretli, çocuk işçi ve iş kazalarında kaybedilen her bir masum, toplumun vicdanında yer bulacak.

SONSÖZ
Ve işte o gün… Bu ağır ve uzun bedel, bir toplumun yeniden doğuşu olacak.
Çünkü adaletin, vicdanın ve insan onurunun hakim olduğu yerlerde bedel ödenmez…hakkı verilir!