“Görmek, dokunmadan sevmektir.”
Görmek; sadece gözle yapılan bir eylem değildir.
Bir yüzü, bir ağacı, bir ışığı, bir gökyüzünü izlerken, aslında kendimize bakarız.
Birine, bir şeye, bir güzelliğe nasıl baktığımız; kim olduğumuzu sessizce anlatır.
Çünkü göz, insanın en dürüst aynasıdır.
Bazıları bakar, tüketir.
Bazıları bakar, büyülenir.
Ama bazıları vardır ki, sadece görür.
Görür ama sahip olmaya çalışmaz; güzelliği tüketmek yerine, ona tanıklık eder.
İşte o an, bakış bir ahlaka dönüşür.
Fotoğraf da böyledir.
Makineye değil, kalbine hâkim olan fotoğrafçı bilir bunu.
Bir kareye dokunmadan, bir yüzü istiflemeye çalışmadan, sadece onun hikâyesine tanık olur.
Çünkü bilir ki güzellik, temasla değil mesafeyle var olur.
Bir şeyi çok yakından görmek, bazen onu kaybetmektir.
Güzel bir kadın, bir çiçeğin solgun yaprağı, gün batımının kızıllığı ya da denizin ışıkla kurduğu dostluk...
Hepsi birer davettir.
Ama bu davet, “sahip ol” diye değil; “fark et ve geç” der.
Çünkü güzelliğin özü, dokunulmamış olanda saklıdır.
Bir bakış, sınırını bildiğinde saygıya; sınırını unuttuğunda hırsa dönüşür.
Biz fotoğraf çekerken, aslında bir duruşu kaydederiz.
Işığın düşüşü kadar, kalbimizin eğilişini de.
Bir güzelliğe baktığında içinden geçen ilk düşünce seni anlatır.
Eğer o güzelliği saklamak değil, yaşatmak istiyorsan; işte o an “fotoğraf” doğar.
Çünkü fotoğraf, arzunun değil, farkındalığın sanatıdır.
Güzelliğe bakarken insanın sınavı, gözünde başlar.
Bakar mısın, görür müsün?
Görür müsün, yoksa alır mısın?
Her bakışta bir seçim vardır: sahip olmak mı, anlamak mı?
Fotoğrafçı için doğru olan hep ikincisidir.
Bir gün bir ağacın gövdesine bakarken bunu fark etmiştim.
Yılların izleriyle çatlamış bir kabuk...
Köklerinden toprağa uzanan o sabır, bana insanı hatırlatmıştı.
Ne kadar güzeldi; ama kimse o ağaca dokunmuyordu.
Çünkü herkes biliyordu: o güzellik, dokunulmazlığında saklıydı.
Belki de bakışın en saf hali budur koruyan, ama sahiplenmeyen bir farkındalık.
Güzellik, sadece kadında, doğada, manzarada değil; yaşanmışlıkta da vardır.
Bir ihtiyarın yüzündeki kırışıklık, bir çocuğun alnındaki ter, bir ustanın nasırlı eli…
Hepsi birer güzelliktir ama hiçbiri “güzel olayım” diye var olmaz.
Onlar güzelliğin en sade hâlidir: kendiliğindenlik.
Fotoğrafçı bunu fark ettiğinde, estetik artık bir arayış değil, bir buluş olur.
Bakışın ahlakı, yalnızca neye baktığınla değil, nasıl baktığınla ilgilidir.
Bir şehirde yürürken, vitrinlerde değil de insanların yüzlerinde kalabiliyor musun?
Bir manzarada gökyüzüne bakarken, bulutun değil ışığın hareketini hissedebiliyor musun?
İşte bunlar görmenin incelikleridir.
Görmek, sadece gözün işi değil; kalbin de katılımıdır.
Kimi insanlar güzelliği görür, ama ona layık bir sessizlikle yaklaşamaz.
Oysa gerçek güzellik, sessizliğe sığınır.
Bir fotoğraf çekerken o sessizliğe girmek gerekir;
makinenin sesi kadar, kalbin ritmini de susturmak gerekir.
Çünkü fotoğraf bir fetih değildir, bir tanıklıktır.
Bir kare, bir insanın, bir doğanın, bir anın içsel rızasıyla var olur.
Ben her güzel şeye bakarken bunu hatırlarım.
Bir yüzün çizgisi, bir kayanın sessizliği, bir çocuğun bakışı…
Hiçbiri bana ait değil; ama hepsi bir anlığına benimle.
Ve bu kadarı yeter.
Çünkü gerçek görme, temasın değil saygının dilidir.
Güzelliğe dokunmadan sevebilmektir.
Fotoğrafın da, insan olmanın da özü belki tam burada gizlidir:
Bakışın ahlakında.