AZALAN HAKLAR, DARALAN HAYATLAR

Murat Parıltı Siyaset Bilimi Uzmanı

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü, toplumsal ve siyasal düzenin en temel ilkelerinden biri olan insan onurunun zamanları aşan ve ülkesel farklılıkların ötesine geçen bir yaklaşımla güvence altına alındığı tarihi bir dönüm noktasını temsil eder. 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, tüm insanların herhangi bir ayrım gözetilmeksizin sahip olduğu hakların uluslararası düzeyde tanınmasını sağlamış, böylece modern dünyanın üzerinde yükseldiği evrensel normatif çerçevenin inşasına katkıda bulunmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası da, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi açısından benzer bir normatif yaklaşımı benimser. Ancak hukuk metinlerinde tanımlanan haklar ile toplumun geniş kesimlerinin günlük yaşamda karşı karşıya kaldığı gerçeklik arasında giderek büyüyen bir uçurum olduğu da açıktır. Bu nedenle, 10 Aralık vesilesi yalnızca bir kutlama günü değil, temel insan hakları ideallerine olan uzaklığımızı hatırlatma ve devletin en temel yükümlülüğü olan bu hakların yerine getirilmesini daha kararlı biçimde ifade etme günüdür.

İhtiyaçlar hiyerarşisinde en başta yer alan barınma hakkı, hem Beyanname’nin 25. maddesinde hem de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 57. maddesinde açıkça güvence altına alınmış olmasına rağmen, Türkiye’de güncel toplumsal koşullar bu hakkın fiiliyatta ciddi şekilde zayıfladığını göstermektedir. Özellikle de, nüfusun önemli bir bölümünün yaşadığı büyükşehirlerde ortalama kira bedellerinin asgari ücretin çok üzerinde seyretmesi -nüfusun yarısından fazlasını oluşturan- yoksulluk sınırının altında gelire sahip vatandaşların barınma ihtiyaçlarını karşılamasını son derece güçleştirmektedir. Emeklilerin önemli bir bölümü, aldıkları gelirle kira ve temel ihtiyaçlarını aynı anda karşılamakta zorlanmakta; gençlerin, öğrencilerin ve evlenmek isteyen çiftlerin konut erişimi giderek imkansız hale gelmektedir. Bu durum, barınma hakkının ekonomik koşullardan bağımsız bir temel insan hakkı olarak tanımlanmasına rağmen, pratikte gelir düzeyine göre şekillenen bir imkan haline geldiğini düşündürmektedir. Sağlıklı ve güvenli yaşam alanlarının tüm yurttaşlar için erişilebilir kılınması aynı zamanda anayasal bir yükümlülüktür.

Sağlıklı beslenme ve gıdaya erişim hakkı da evrensel metinlerde ve ulusal anayasalarda güvence altına alınmış temel bir sosyal haktır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 25. maddesi, uygun gıdaya erişimi insan onurunun ayrılmaz bir parçası olarak tanımlar. Buna karşın günümüz Türkiye’sinde özellikle çocukların yeterli ve dengeli beslenmeye erişiminde önemli eşitsizlikler bulunmaktadır. Devlet okullarında eğitim gören çocuklara günlük bir öğün ücretsiz yemek ve temiz içme suyu sağlanması, yalnızca pedagojik açıdan değil, aynı zamanda sosyal devlet anlayışının gereği olarak değerlendirilmelidir. Çocukların beslenme düzeyi, hem bireysel gelişimlerini, hem de toplumun gelecekteki niteliksel kapasitesini doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle okul çağındaki her çocuğun beslenme hakkı, ekonomik koşullara bağlı olmayan bir kamusal sorumluluk olarak ele alınmalıdır.

Benzer şekilde, yoksulluk sınırı ile asgari ücret arasındaki giderek büyüyen fark, çalışmanın bir gelir güvencesi olmaktan uzaklaştığını göstermektedir. Asgari ücretin, dört kişilik bir ailenin temel ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak olması, çalışma hakkının yalnızca istihdamla sınırlı olmadığını, aynı zamanda insana yakışır bir yaşam standardı sağlama yükümlülüğünü içerdiğini hatırlatmaktadır. Anayasa’nın 49. maddesi, çalışanların hayat düzeyini yükseltmeyi devletin temel görevleri arasında sayarken, mevcut ekonomik tablo bu normatif yükümlülüğün pratikte karşılığını bulmadığını ortaya koymaktadır. Bu noktada mesele yalnızca ekonomik göstergelerle açıklanamaz, aynı zamanda çalışma hakkının sosyal boyutuyla ele alınmasını gerektirir.

Türkiye’de emeklilerin yaşadığı derin geçim sıkıntısı da insan haklarının sosyal boyutuna dikkatle eğilmeyi gerektiriyor. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 22. maddesi sosyal güvenlik hakkını tanımlarken, bireyin yaşamının ilerleyen dönemlerinde maddi güvenceden yoksun bırakılmasını kabul edilemez görür. Buna rağmen, yıllarca çalışarak ülke ekonomisine katkıda bulunan emeklilerin temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanması, sosyal güvenlik mekanizmasının koruyucu niteliğinin zayıfladığını göstermektedir. Emeklilerin, yaşamlarının en kırılgan dönemlerinde ekonomik güçlüklerle mücadele etmek zorunda kalmaları, sosyal devlet anlayışıyla bağdaşmayan bir tablodur.

Sağlık hakkı ise hem uluslararası hem ulusal hukuk metinlerinde en açık şekilde tanımlanmış temel haklardan biridir. Ancak bugün birçok yurttaşın kamusal sağlık hizmetlerine erişimde ciddi güçlüklerle karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Muayene sürelerinin uzaması, randevu bulma zorlukları, temel sağlık hizmetleri kapsamında olması gereken birçok işlemin ek ücretlere tabi kılınması, sağlık hizmetinin giderek daha fazla maddi güce bağlı hale geldiğini göstermektedir. Bu durum, sağlık hakkının içeriğini anlamsızlaştırmakta ve sağlık hizmetlerinin eşitlik ilkesine dayalı sunumunu sınırlamaktadır.

Sağlık hizmetlerinin ticarileşmesi derin yoksulluk koşullarıyla bir arada düşünüldüğünde, hastane sayısının artmasının, sağlıklı yaşam hakkı ilkesine amacına ters orantıda yürüdüğünü söyleyebiliriz. Sosyal Güvenlik kurumu tarafından karşılanan ilaç ve tedavi listesinin kısıtlı olması ve yüksek fiyatları, düşük alım gücüne sahip kesimleri, özellikle de emeklileri oldukça derinden etkilemektedir.

Eğitim hakkı da benzer şekilde normatif olarak güvence altına alınmış olsa da fırsat eşitliği bağlamında önemli sorunlarla karşı karşıyadır. Devlet okullarında temel ihtiyaçların velilere yüklenmesi, artan eğitim maliyetleri ve özel ders ihtiyacının yaygınlaşması, eğitimde sosyoekonomik eşitsizlikleri derinleştiren unsurlar arasında yer almaktadır. Eğitim hakkının yalnızca okula gitme ve ders alma imkânı ile sınırlı olmadığı; nitelikli, eşit ve erişilebilir eğitim ortamlarının sağlanmasıyla anlam kazandığı unutulmamalıdır. Anayasa’nın eşitlik ilkesinin gereği olarak, her çocuğun ve gencin sosyoekonomik arka planına bakılmaksızın nitelikli eğitime erişme hakkı vardır.

Düşünce ve ifade özgürlüğü ise modern demokratik toplumların en temel yapı taşlarından biridir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 19. maddesi, bireylerin düşüncelerini serbestçe ifade edebilme hakkını güvence altına alır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 26. maddesi de bu hakkı benzer bir şekilde tanımlar. Ancak günümüz Türkiye’sinde, bireylerin fikirlerini ifade ederken kendilerini sınırlamalarına yol açan gerekçeler, ifade özgürlüğünün toplumsal iklimde yeterince güvence altında hissettirilmediğini düşündürmektedir. Demokratik olgunluğun gelişmesi için, bireylerin fikirlerini özgürce dile getirebildiği, eleştiri kültürünün teşvik edildiği ve farklı görüşlerin kamusal alanda karşılık bulduğu bir ortamın güçlendirilmesi önemlidir.

Tüm bu alanlarda yaşanan problemlerin ortak noktası, normatif çerçeve ile siyasal gerçeklik arasındaki mesafenin giderek açılmasıdır. İnsan hakları, yalnızca hukuki metinlere yazılmış ifadeler değil; günlük yaşamın her alanında somut karşılık bulması gereken toplumsal taahhütlerdir. Türkiye’nin geleceği, yönetimde hak temelli bir yaklaşımı yeniden inşa edebilme kapasitesine bağlıdır. Bu da ancak ekonomik adaletin tesis edilmesi, eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlerin eşitlikçi bir anlayışla sunulması, sosyal politikaların bilimsel veriler ışığında oluşturulması ve ifade özgürlüğünün güvenli bir zemin kazanmasıyla mümkündür.

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü, tüm bu alanlarda yeniden düşünme ve yöneticilerin makro politikalarını hazırlarken sorumluluk bilinciyle hareket etmeleri gerekliliğini gündeme getirmek için önem taşımaktadır. İnsan haklarının yalnızca kağıt üzerinde kalan hukuk metinleri olmaktan çıkıp, hayatın her alanında hissedilir hale gelmesi, hem devletin hem toplumun ortak çabasına bağlıdır. İnsan onurunun evrensel değerini esas alan bir yaklaşım, Türkiye’yi daha adil, daha özgür ve daha yaşanabilir bir geleceğe taşıyacaktır.