Tanınmış siyasetçilerimizden birinin mahdumları bir aralar “Bizim 20. yüzyıl aydınımız maalesef dünyayı takip edemedi, dünyayı kaçırdı. Nasıl kaçırdı? İttihatçılar eğitim için gittikleri zaman Avrupa'ya özellikle Fransa'daki pozitivist akımlardan etkilendiler, dinin hep tu kaka edildiği, kötü görüldüğü, haşa Allah'la tanrıyla bir rekabetin, bir didişmenin hayat tarzı edinildiği bir dünya görüşünü benimseyip Türkiye'ye döndüler. Avrupa o pozitivizmi aştı, bizim aydınımız o pozitivizmden 100 yıl, 150 yıl kurtulamadı. Bu, biraz aydınımızda dünyayı kaçırmasını, ülkemizin de dünya gündemlerinin hep peşinden gitmesini, gerisinde kalmasını getirdi." diye konuşarak, fikrini beyan etmiş.
Kendisinin pozitivizm nedir okuyup okumadığını, araştırıp araştırmadığını bilmiyorum lakin sanırım pozitivizm nedir bilse böyle konuşmazdı. Ayrıca peşinen söyleyeyim Avrupa’da pozitivizmin aşıldığı ya da terk edildiği iddiası da komik ötesi ve aslı astarı olmayan bir iddiadır.
Aslında özellikle dindar, muhafazakâr kesimden pozitivizme gelen bilinçsiz eleştirilere yönelik bir cevabı epeydir yazmak istiyordum.
Pozitivizm, felsefede olgularla desteklenen ya da olgularla ilgili verilere dayanan bilginin tek sağlam bilgi türü olduğu görüşünün savunulmasıdır. Olguculuk tarihsel olarak, Avrupa'da Aydınlanma Devriminin ve Yeni Çağ bilimlerindeki önemli gelişmelerin bir sonucudur. Asıl amacı, toplum olaylarını bilimsel yönetmelerle inceleyerek topluma yeni bir şekil, yeni bir yön vermektir.
Şimdi size soruyorum sağlam veriler ile desteklenmeyen hangi veri hurafeden öteye gider ki?
Pozitivizme karşı çıkanlar kendilerine bu soruyu sormalıdırlar ve bu soru üzerinde oturup düşünmelidirler.
Birey ya da toplum etrafında gözlemlediği fenomenleri anlamak ve anlamlandırmak için ya rasyonel aklı ve bilimsel veriyi kullanır yahut da bir inanç ve söylence sistemini.
İnanç sistemleri rasyonel akıl ve bilimsel veri kullanma yönteminden ne kadar uzaklaşır, ne kadar metafiziğe yaklaşırsa, toplumda o kadar rasyonel akıl ve bilimsel yöntem ile sorunlarına çare bulmaktan ve ihtiyaçlarını gidermeye çalışmaktan o kadar uzaklaşır.
Oysa evrenimiz rasyonalitenin geçerli olduğu, tüm fenomenlerin fizik kanunları dâhilinde cereyan ettiği bir yerdir. Evreni, doğayı iyi anlamaz ve fizik kanunlarına uygun ve uyumlu davranmaz isen sonuçta varlığını sürdüremez en nihayetinde de yok olursun.
Pozitivizmi benimseyenler evreni anlamakta ve evrene uyum sağlamakta daha başarılı olduğu için Avrupa, ya da batı uygarlığı pozitivist dünya görüşünün egemen olması ile birlikte güçlenip dünyaya egemen olmuştur. Hurafeler ile uğraşmayıp gerçeklere odaklanan toplumlar sorunlarını büyük bir başarı ile çözmüş, ihtiyaçlarını diğer toplumlara göre daha iyi giderebilmiş, güçlü ve müreffeh toplumlar yaratmışlardır.
Osmanlı’nın çöküşe başladığı dönem pozitivist düşünceye itiraz edip kararlarını akıl ve bilim ile değil dini ya da geleneksel hurafeler ile almaya başladığı dönemdir. Avrupa Reform ve Rönesans süreçlerinde pozitivist düşünce ile dini toplumun karar mekanizmalarından çıkarıp tapınaklara hapsederken, Osmanlı dine aykırı diye bilimi, bilimsel yöntemleri ve rasyonel aklı yasaklamamış mıydı?
İşin açığı Osmanlı pozitivist dünya görüşünü ıskaladığı için güçsüz kalmış, çökmüş, yıkılıp yok olmuştur. İttihatçılar ise Avrupa’yı ve batı uygarlığındaki gelişmeleri takip eden, pozitivizm ve aydınlanma felsefesini idrak etmiş, Osmanlı’yı bekleyen sonu öngörüp çareler aramış aydınlardır.
Aradan geçen 100 – 150 yıla rağmen pozitivizmi ve aydınlanma felsefesini idrak edemeyenlerin bulunması ve dahası Türk siyasetinde etkin olmaları geleceğimiz için son derecede kaygı vericidir.
Unutmayınız ki Cumhuriyetimizin kuruluşu ile birlikte kurucu değer haline gelen milliyetçilik egemenliğin muhayyel ilahlarda değil, insanda olduğu çağdaş bir ideolojidir ve her çağdaş ideoloji gibi aklı ve bilimsel yöntemi rehber olarak kabul etmek doğasında vardır.
Türk milliyetçilerinin rasyonel akıl ve bilimsel metodolojiyi terk edip, rasyonel akla aykırı, herhangi bir somut deney ya da gözleme dayanmayan dogmatik hurafelerin şekillendirdiği bilgiler ile karar almaya yönelmesi Türk milletinin ali menfaatlerini ve geleceğini muhakkak ki tehlikeye düşürecektir.
Türk aydınları geçmişte bu imtihanı vermiş, Türk milliyetçiliğini devlet ideolojisi haline getirmiş Mustafa Kemal Atatürk’ün “hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” ilkesi çerçevesinde tavrını belirlemişti.
Bugünde Türk aydınları aynı imtihan ile karşı karşıyadır ve umut ediyorum ki kararları gene doğru yönde olur.