“Angora’dan Ankara’ya” başlıklı ilk yazımda 18. Yüzyıla kadar, Angora yerleşiminin fiziki gelişimini ve ekonomik yapısını, günümüze kadar ulaşan çok kısıtlı kaynaklardan yararlanarak özetle vermiştim. İkinci yazımda da günümüze kadar ulaşan bir eski önemli belge olan Ankara Tablosu’ndan bahsederek bu ünlü Tablo’nun ve Ankara’nın yüzyıllarca en önemli ticari meta olan “Sof ” culuk ve sof ürünlerinin “Tarihi Dokumak : Bir Kentin Gizemi Sof Sergisi” adıyla Çengel Han’daki Rahmi M. Koç Müzesinde sergilendiğinden bahsetmiştim.
Ankara, Orta Anadolu bölgesinde, morfolojik bakımdan yerleşmeye uygun doğal bir eşik kuşağında bulunmaktadır. Kent, doğu-batı yönünde uzanan Engürü Ovasının doğu yamaçlarında kurulmuş olup, kuzeyde Karyağdı dağları (1200-1500 m), güneyde Meşe ve Hacı dağları, güneydoğuda ise Elmadağ (1800 m) ile sınırlanmaktadır. Ankara’nın yakın doğal bölgesi batıya doğru Engürü Ovası ve Sincan’ın batısındaki kuzey-güney doğrultusunda uzanan Mürted Ovası ile birleşmektedir. Ankara Çanağı’na dışarıdan giren başlıca akarsular, kuzeydoğudan gelen Çubuk çayı, doğudan gelen Hatip Çayı ve güneydoğudan şehre yaklaşan İncesu Deresi’dir. Hatip Çayı Ankara Kalesi eteklerinden geçerken üzerinde kurulmuş bulunan Roma Dönemi Su Bendi’nden dolayı “Bend Deresi” adını alır.
Hatip Çayı, Çubuk Çayı ve İncesu beş yüzyıldan fazla bir süredir bu günkü adlarıyla anılmışlardır. Yüzyıllarca bu akarsulardan çevresindeki bahçelerin, bostanların sulanmasında yararlanılmış, bazı kesimleri ise dinlenme ve mesire olarak kullanılmıştır.
BENDDERESİ ÜZERİNDEKİ ROMA DÖNEMİNDE YAPILMIŞ SU BENDİ
16 ve 17. yüzyıllarda Hatip Çayının (Bendderesi) Ankara’nın en önemli ekonomik ürünleri Sof üretiminde (Tiftik) kullanıldığı, bu nedenle suyun temizliğinin önem taşıdığı bilinmektedir.
“SOF” üretimi, iklim özelliklerinin Angora keçisi üzerindeki olumlu etkileri, dolayısıyla tiftiğinin yüksek kalitesi gibi etmenlerle şehri belirleyen başlıca üretimlerden biri olarak yüzyıllarca devam etmiştir.
Galatlar döneminden beri keçi üretimi yapılan bir merkez olan Ankara’nın keçileri ve onların eşsiz tüyleri için Evliya Çelebi’nin yazdıklarını okumak yeterlidir: “Ankara keçileri, dağlarda yetişen pırnar yaprağı yerler. Tiftik keçisi beyaz süt gibi olup onun gibi beyaz bir mahlûk belki yoktur. Sof ipliği bunların yününden çıkarılır. Bu keçilerin tiftiğini makasla kırksalar sert olur. Ama yolsalar Eyüp Peygamberin ipeği kadar yumuşak olur. Fakat zavallı keçileri yolarken ANKARA KEÇİSİ (Kaynak: Mine Sofuoğlu ) feryatları göğe ulaşır. Kibarlar onların feryat etmesini engellemek için kireç ve külle suyu karıştırıp keçileri bu şerbetle yıkarlar. Tüyler zahmetsizce dökülür ve keçiler çıplak kalır.”
Evliya Çelebi, Ankara keçisi üzerinde özellikle durur. Çelebi, Ankara keçisinin tiftiğinin o dönem “süt gibi beyaz”, “ipek gibi yumuşak” hatta “ipekten âlâ”, “elmas gibi parlak” gibi sitayişli ifadelerle bahsedildiğini de aktarır. Ankara tiftiğinden elde edilen ipliklerden sof ve şali denen dokumaların yapıldığını ve Ankaralının başlıca geçim kaynağını teşkil ettiğini de yine Seyahatname’den öğreniriz.
Ankara keçilerinin ünü yurt dışına taşmıştı, hatta seyyahlar Ankara’ya gelir gelmez Ankara keçilerini görmek isterdi. Ankara keçisinin bu benzersiz özelliğinin yetiştikleri coğrafya ve tükettikleri bitkilerle ilgili olduğu sıkça tekrarlanır. Nitekim Ankara Keçisi başka ülkelere götürüldüğünde kendi kimlik ve kişiliklerinden uzaklaşmaktaydı. Ankara keçisi bölgede antik çağdan beri var mıydı, yoksa 11. Yüzyılda Anadolu’ya Selçuklular tarafından mı getirildi sorusunun cevabı henüz bilinmemektedir. Ancak bu hayvanın Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri Ankara’nın servetini oluşturduğu bir gerçektir (Kaynak: Nejdet Seyfeli) .
LOUİS CLAUDE LEGRAND TARAFINDAN YAPILMIŞ ANKARA
KEÇİSİ GRAVÜRÜ (1786
- yüzyılda, iç ve dış piyasada büyük rağbet kazanan ve ihraç mallarının başında gelen Angora soflarının, kalite ve özelliklerinin bozulmaması için büyük gayret gösterildiği belgelerden anlaşılmaktadır. Tiftiğin içine yapağı karıştırıldığı ve böylece kalitenin bozulduğu görüldüğünden, bu işleme engel olunarak “sof” kalitesinin bozulması önlenmeye çalışılmıştır.
ANKARA YAĞLIBOYA TABLOSU’NDA TİFTİK KEÇİLERİNİN KIRKILMASI
Ayrıca, tezgâhtan çıkan sofların yıkanması, cenderelenmesi, boyanması ve perdahlanması aşamalarında, bu sanatla uğraşan kişilerin güvenilir ve işinin ehli olmalarını sağlamak amacıyla bu kişiler “kefalete” bağlanmışlardır (“Kefalete” bağlanan kişiler belirli nizamlara bağlı olarak iş görürler ve sof üretimi bu düzen içerisinde yapılırdı).
Ancak, 17. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı Maliyesinde ekonomik sıkıntıların artışı ve “akça” değerinin değişkenliği nedeni ile sanatkârların ücretleri de sabit kalmamış, sürekli değişmiştir. Bunun sonucu olarak, sof kalitesi de sürekli bozulmuş ve üretim kısmen azalmıştır. “Sof” ların renklerinin bozulması ve eski parlaklığını, çekiciliğini kaybetmesinin bir başka nedeni de, Angora’da Bendderesi kenarında yerleşmiş bulunan dabakların (debbağlar) dükkânlarında lağımlar açılması ve pisliklerin buraya atılarak suyun kirletilmesi ile soflarda kimyasal ve teknik bozulmaların oluşmasıdır.
BENDDERESİNDE DEBBAĞLAR (Kaynak: Dericizade Arşivi)
Mehmet Tunçer ve Necati Yalçın ile 23 Şubat 2019 tarihli Ankara Sohbetleri 2. ‘nin konusu Ahilik, sof üretimi ve debbağlardı. Konuk sayın Dericizade Faruk Küçük ile yaptığımız sohbeti aşağıdaki adresten izleyebilirsiniz:
https://www.youtube.com/watch?v=Jc0wwaoQWYg
BENDDERESİ VE ROMA BENDİ ÇEVRESİNDEKİ DEBBAĞHANELER SUYUN KİRLENMESİNE
SEBEP OLMUŞTUR
Sof üretiminde bozulma, azalma ve çöküşün en önemli nedeni ise; Angora keçisinin, Osmanlı İmparatorluğu dışına canlı olarak ihraç edilmesi, buralarda aynı kalitede üretilmesi ve geliştirilen endüstriyel dokuma tezgâhlarının rekabeti olmuştur. 17. Yüzyılda ilk olarak Fransızlar Angora keçisinin bu yöre dışında yetiştirilmesine girişimlerde bulunmuşlar, ancak başarılı olamamışlardır. Evliya Çelebi Seyahatname ’de “Cenab-ı Hakka hamd-ü sena, bunlar çabuk bozuldular” diyerek bu başarısızlığı memnunlukla karşıladığını belirtmektedir.
’Ankara keçisi’ (Angora goat), kılı moher adıyla anılmaya başladı. O tarihlerde başta Ankara olmak üzere; Zir, Çankırı, Beypazarı Nallıhan ve Kalecik’te 1355 tiftik tezgahı bulunmakta ve her yıl 20.000 top kumaş yurt dışına satılmaktaydı.
1830 ve 1854 tarihlerinde bu girişim tekrarlanmış, ancak gene başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu konuda ilk darbe İngiltere’den gelmiş, Afrika’nın güneyinde yetiştirmeyi başardıkları kaliteli tiftik ile piyasada en güçlü rakip haline gelmişlerdir. İngilizler, 1839 tarihinde ülkelerinde kurdukları fabrikalarla da Angora’daki el tezgâhlarına rakip olmuşlar ve gelişen teknoloji ile daha hızlı ve ucuz üretimde bulunarak piyasayı ellerine geçirmişlerdir.
Bütün bu gelişmelerin sonucunda, 16. – 17. yüzyıllarda Angora’da bulunan 4-5 bin dolaylarındaki dokuma tezgâh sayısı 19. yüzyılın sonlarına doğru giderek azalmış ve birkaç tezgâh dışında “sof” üretimi yok olmuştur.
Evliya Çelebi, Angora keçisinin ülke dışına çıkarılması girişimlerine ve tiftik ipliğiyle ülke dışında yapılan dokumalara da değinir: “Frenk veled-i zinâları bu Engiirü keçilerinden Frengistan’a götürüp hayâl iplik eğirtip sûf dokumak murâd edindiler. Biemrillah keçiler bir senede bayağı tüğlü keçiler oldu ve dokudukları şeyleri sûf olmayup mevc vermeğe kadir olmadılar.
Âhir Engürii’den eğrilmiş sûf ipliği alup Firengistân’a götürüp sûf idelim dediler, olmayup âhir ruhbânlar içün hâlâ sûf gibi hayy âl mevcsiz siy âh nıkla şâlı dokurlar. Ahâlî-i Engürü, Hacı Bayrâm-ı Velinin kerametidir ve âb u hevâmızın letâfeti hükmüdür, derler. Hakkâ ki rub’-ı meskûnda nazîri yok sûfları olur ve muhayyeri dahi meşhûrdur. Ve Engürü kerpiçi dahi meşhûrdur. Ve halkı ekseriyyâ tüccâr-ı berr u bîhârdır. İzmir’e ve Frengistân’a ve Arabistân’da, Mısır’da ve yedî iklimde sûf makbûl olmağıla halkı seyahat ile ticâret ederler.”
Bu bölüm de bugünün Türkçesine şöyle çevrilebilir: “Frenk piçleri, bu Angora keçilerinden Frenk ülkesine götürüp iplik eğirip sof dokumak istediler. Allah’ın emriyle keçiler bir yılda bayağı tüylü keçilere dönüştü ve dokudukları da sof olmadı, kumaşa hare vermeyi başaramadılar. Sonra, Angora’dan eğrilmiş sof ipliği alarak Frenk ülkesine götürüp sof dokumak istediler, yine olmadı. Şimdi papazlar için sof gibi görünen ama hareli olmayan siyah rukla şalı dokuyorlar. Angora halkı soflarının özelliğinin Hacı Bayram Veli’nin kerameti ile Angora’nın suyunun, havasının güzelliğinden ileri geldiğini söylerler. Gerçekten de Angora sofunun yeryüzünde eşi benzeri yoktur ve Angora’nın muhayyeri de ünlüdür. Angora’nın kerpiçi de tanınmıştır. Halkı çoğunlukla kara ve deniz tüccarıdır. İzmir, Frenk ülkesi, Arabistan ve Mısır ile yedi iklimde sof makbul tutulduğu için, halk buralara giderek ticaret yapar. “
Bu belgelerin Türkçesini “Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler Ve İngilizler” adlı kitabında yayımlayan Prof. Dr. Hamit Dereli, I. Elizabeth dönemi Türk-İngiliz ilişkilerini şöyle değerlendiriyordu :
“Buna benzer diğer birçok belgelerden anlıyoruz ki, o dönemde Türkiye’de dokumacılık ve boyacılık sanatları pek ilerlemişti. On altıncı yüzyılda İngilizlerin bütün çabası kumaşlarını ve boyalarını ıslah etmek, satışlarını arttırmak, kendi sanayi ürünleri için geniş pazarlar bulmak üzerine yoğunlaştırılmıştı. Bunun için Türkiye’nin ünlü yünlü kumaşlarından mostralar alıp İngiltere’ye götürülecek, Diers Hall (Boyacılar Çarşısı)’nda teşhir edilecek, İngiliz boyacılarının kendi becerilerine ilişkin besledikleri yanlış kanılar kafalarından silinecekti.”
Yine Türkiye’de bulunan İngiliz ticaret temsilcisinden “ipekli ve yünlü kumaşları boyamakta usta iki delikanlı” isteniyordu. Bu ustalar doğal yollardan sağlanamazsa, herhangi bir paşanın yardımı ile, o da olmazsa İstanbul’da oturan Fransız elçisi yardımıyla sağlanacaktı. Bunun için temsilciye İstanbul’a varır varmaz Fransız elçisi ile tanışması ve dost olması öğütleniyor, bu amaca ulaşmak için her şeye başvurmaktan çekinmemesi söyleniyordu. Yine bu belgelerden birinde İngiliz ticaret temsilcisine Cezayir ve Tunus’da “Bonettos Colorados Rugios” (kırmızı renkli başlık) adı verilen kenarsız bir tür kırmızı İskoç başlığı için Türkiye’de pazar bulması buyruğu veriliyordu. Bundan şu soru akla geliyor: Acaba fes İngilizler tarafından mı Türk ülkelerine getirilmiştir? Fes kelimesinin sözcük kökeni bakımından Kuzey Afrika’daki Fez şehriyle ilgili olması, bunun böyle olduğu olasılığını güçlendirmektedir.” Bütün bu gelişmelerin sonucunda, 16. – 17. yüzyıllarda Ankara’da bulunan 4-5 bin dolaylarındaki dokuma tezgah sayısı 19. yüzyılın sonlarına doğru giderek azalmış ve birkaç tezgah dışında “sof” üretimi yok olmuştur.