AĞIR SORUNLARIN ALTINDAKİ GÜÇLÜ TÜRKİYE…

İkinci Dünya Savaşı gibi insan soyunun, insan türünün utanması gereken bir vahşetin ortalarında Dünya’ya gelmiş Doğu Karadenizli bir insan olarak, Ulusal Kurtuluş Savaşı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecini bize öğreten ve bugün bedenleri aramızda bulunmayan öğretmenlerimizi onurla ve özlemle anıyorum.

Öğretmenlerimi önce doğduğum topraklarda tanıdım. Dayım İsmet Sümer, Rize’nin Pazar ilçesinin Apso Köyünde okul olmadığı için komşu köy Başköy İlkokuluna yazdırdı. İlk kez öğretmen kavramına ve öğretmenlere orada tanık oldum. Okuma, yazma ve matematik konularını, ilkokul birinci sınıf düzeyinin üstünde olduğunu gören ilk öğretmenlerim Başköy’de beni ikinci sınıftan başlattılar. Okul iki derslikti. Birinci, ikinci ve üçüncü sınıflar bir derslikte, dördüncü ve beşinci sınıflar başka bir derslikte.

1954 yılında, amcam Besim Sümer, annem Fatma Sümer ile babam Tahsin Sümer’i ikna ederek beni Ankara’ya, evine aldırdı. 4. sınıfı İhsan Sungu İlkokulu’nda, 5. sınıfı Bozkurt İlkokulu’nda okudum. Sonra, Ankara Atatürk Lisesi ve Yıldırım Beyazıt Lisesi yaşantıma zenginlik kattı. Buraya kadar olan süreç, kesinlikle koca bir kitaba sığar. Üniversite ve yüksek lisans sürecim ise Gazi Üniversitesi.

Yazımın başlığına ve sonra da 3 paragraflık ön ifadelere baktığınızda neden diyebilir, sonrasın ı merak edebilirsiniz.

Konu, evim, yuvam bildiğim Türkiye Cumhuriyeti. Birçok yazımda dile getirdiğim gibi üstünde yaşayanları ailem bildiğim bu topraklar.

Rize ve Ankara’daki öğretmenlerimle ilgili özel bilgileri o zamanlar merak etmezdim. Ancak, bugün çok merak ediyorum. Toprakta, huzur içinde yatmalarını dilediğim o öğretmenlerim, acaba Köy Enstitüleri mezunları mı idi, yoksa Köy Enstitülerinden ve o okullardan mezun olanların etkisinde mi kalmışlardı? Çünkü, bizlere, o dönemin çocuklarına Ulusal Kurtuluş Savaşı öncesini, savaşın sürecini, sonrasını ve Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşunu gerçekten çok iyi öğrettiler. İnanmanızı dilerim ki, Cumhuriyet öncesi ve o dönemlerin yöneticileri ile ilgili hiçbir kötü bilgiler vermediler. Kimseyi ötekileştirmediler, bende olumsuz bir duygu üretecek yanlış, doğru bilgiler vermediler. Geçmişi ve geçmişteki insanları dillendirmek zorunda kalanlar, bugün hiçbir yararı olmayacak olumsuz paylaşımlardan kaçınmalıdır, olabildiğince.

2023 yılının sonlarına doğru, “Geçmişte yaşamış ve bugün yaşamakta olan hiçbir insandan, savaşları, kıyımları, işgalleri yapanlar dahil, nefret etmiyorum, kızmıyorum, kötü kelimeler kullanmıyorum” diyebiliyorsam, sevgi, dostluk, hoşgörü, barış ve farklılıklarla birlikte yaşamak düşüncesinin, isteğinin ve kararlılığının ilk tohumlarını kalbime, yüreğime, aklıma eken öğretmenlerime, Sümer Ailesinin büyüklerine çok şeyler borçluyum.

Uzman psikolog Şenay Ölmez’in dediği gibi, o zaman benim için herşey ailemde başlamıştır. Ancak, bu başlayışa öğretmenlerimin daha büyük katkısı olmasaydı, bu yürek, bu beden, insana, hayvana, çevreye ve doğaya yönelik şiddetin doruğa çıktığı şu yıllara gelemezdi.

İşte, aile büyüklerim ve öğretmenlerim, Türkiye Cumhuriyeti sürecini o kadar güzel anlattılar ve örneklerle yaşattılar ki, bu topraklarda filizlenen yeni Devletin büyük bir mucize olduğuna inandım. Kadim dostum öğretmen Melek Yorulmaz, bir sohbet sırasında mucizelerin olmadığını söyleyince hak verdim. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu topraklarda kurulmasının mucize üstü bir başarı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki kuruculara borçlarımızın ödenemez olduğu kanısındayım bugün.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ve kurucularına başka bir yazımda değinmek istiyorum. 29 Ekim’lerde, 23 Nisan ve 19 Mayıs gibi tarihsel günlerde o kahramanlara haksızlıklar yapıldığına inanıyorum. Kurucuların simlerinin anılmamasını vefasızlık sayıyorum. Üstelik bu vefasızlığın, haksızlığın kaynağı üzülerek belirtmeliyim ki, çoğunlukla cumhuriyet, demokrasi ve hak savunucuları.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 2024 yılına çok yaklaştığı şu günlerde, bu topraklar çok ağır sorunlarla iç içe, karşı karşıya. Türkiye o kadar güçlü ki, başka ülkelerin kolay kolay dayanamayacağı bu sorunlarla başa çıkmak, o sorunların altında kalmamak için verdiği mücadeleyi yitirmiyor. Yıkılmadık, ayaktayız. Hemen hemen dört tarafında da sorunlu ülkeler var Türkiye’nin. İçte silahlı, paralı, iç ve dış desteği olan şiddet çeteleri, komşularında silahlı çatışmalar, çocuk, ileri yaşlı, kadın, engelli, hasta, sakat ayırımı yapmayan kıyımlar, hayvan, çevre ve doğa katliamları.

Annelerin, çocukların ve babaların dinmeyen gözyaşları, yine vahşi insanlar tarafından dökülen kanlar, toprağı sarsan, havayı delen ağıtlar, ah’lar, imdat çığlıkları.

Türkiye’mizi baskı altına alan sorunlar yumağında, silahtan ve şiddetten uzak olan herkesin içinde yer alacağı demokrasi için olağanüstü çabalar gösteriliyor. Gösteriyoruz diyebiliriz. Hepimiz mi gösteriyoruz örgütlü ve şiddetsiz iletişim, demokrasi, adalet ve güvenlik için? Hayır elbette.

Ülkemde, insan, hayvan, çevre ve doğa hakları ve özgürlükleri alanında çok ağır sorunlar ve baskılar var. Doğaya, tarım alanlarına, tarlalara, köylere, ormanlara, kentlerin içindeki yeşilliklere yönelik şiddet çeşitleri, madencilik anlayışının ormanlara ve dağlara verdiği çok büyük zararlar, anneleri ağlatan, istek dışı, devlet gücü kullanılarak işgal anlamındaki kamulaştırmalar, kentlerde göğü delen sevimsiz binalar, sigara dumanından ve çöplerden etkilenmeden yürünemeyen caddeler, sokaklar…

Katılımcı demokrasi ile ilgisi olmayan yargı ve denetleme kuruluşları, üniversiteler, Yükseköğretim Kurulu, Diyanet İşleri Başkanlığı, yüz yüze iletişimi, laik ve bilimsel eğitimi, farklılıkları doğal zenginlik sayacak, sorgulayabilecek kuşakların yetiştirilmesini hedeflemesi gereken Milli Eğitim Bakanlığı, yargıçların ve savcıların ayrı ayrı örgütlenmesini, yargının, siyaset ve dinsel inançlardan bağımsız olmasını sağlaması gereken Adalet Bakanlığı…

Eğitimin, ilkokuldan üniversiteye kadar devlet ve özel şeklinde ikiye ayrılması, varlıklı denen önemli bir kesimin ayrıcalıklı eğitim alması. Kız ve erkek çocuklarının ayrı sınıflarda eğitim görmesi için yapılan girişimler.

Siyasal partilerin demokratik işleyiş içinde olmaması, birbirleriyle ilişkilerde sözlü şiddetin öne çıkması, TBMM içinde de sözlü şiddetin giderek artması, bunun toplumsal yaşamda, farklılıklara da yansıması.

Erkeklerin tasarladığı ve erkeklerin uyguladığı, utanılması gereken kadın cinayetleri, kadın-erkek birlikteliğinin, dayanışmasının sağlanması gerekirken,  cinsiyet ayırımcılığının yaygınlaştırılması.

Yurttaşlar arasındaki gelir ve gider dengesizliği, emeklilerin ve çalışanların ağır sorunlar içinde yaşamaya çalışması. Köy ve üretim anlayışının ortadan kaldırılması yönünde insafsız yaygınlaşmalar, üreticilerin kooperatif veya şirket kurmalarının özendirilmemesi, tarımın, ithalat politikaları ile yok olmaya doğru sürüklenmesi.

Aslında bu yazının her satırı bir makale, bir kitap üretebilir. Bu satırlara daha çok konu da eklenebilir.

Demek istediğim, sorunlar ağır, ancak Türkiye, altında kalmayacak kadar, yeterli insan gücüne, bilimsel akıla ve yüreğe sahip. Yeter ki, bu güç, her yerde ve her zaman, kadın-erkek birlikte, şiddetten uzak, örgütlü, iletişim, işbirliği ve dayanışma içinde olmayı, yazıda yer alan kuruluşları ve kesimleri etkilemeyi başarabilsin.

Dayan Türkiye’m, şiddetsiz diren, yerin üstündeki cennet ol Türkiye’m. Çünkü yerin üstünde milyonlarca meleğin var.

Haydi yerin üstündeki melekler…