Adalet, Demokrasi, Paylaşım; Kolonlar Çürükse Çatı Tutmaz

Sabahın ilk ışıkları. Servis minibüsleri fabrikalara doğru yola çıkıyor. İşçiler yarı uykulu gözlerle camdan dışarı bakıyor. İçlerinden biri, geçen ay eline geçen maaşı düşünüyor.

Markete gitmeye bile yetmediğini fark edince içinden geçiriyor: “Ben sabahtan akşama kadar çalışıyorum, peki niye geçinemiyorum?”
Bir başka mahallede, emekli bir öğretmen torununa ufak bir harçlık vermek için cüzdanını açıyor. Ama bozukluklardan başka bir şey kalmamış. O da içinden geçiriyor: “Ben yıllarca bu ülkenin çocuklarını okuttum. Şimdi torunuma bile yüz lira veremiyorum.”
Öğlen vakti, üniversite kantininde iki genç yan yana oturmuş. Biri arkadaşına dönüp diyor ki: “Ben mezun olunca iş bulabileceğime inanmıyorum. Gitmekten başka çare yok.” Diğeri sessizce başını sallıyor. İçlerinde büyüyen his aynı: Bu ülke bize gelecek sunmuyor.
İşte Türkiye’nin gerçeği bunlar. Hayat pahalı. Geçim zor. Umut dar. Adalet kırılmış, demokrasi kâğıt üstünde kalmış. İktidar basına yansıyan duruma göre hukuku sopa gibi kullanıyor, ama muhalefet de çoğu zaman sadece sonuçlara itiraz ediyor. Düzenin kendisine değil.
Türkiye, uzun süredir yalnızca siyasal bir kriz değil; aynı zamanda ahlaki, ekonomik ve toplumsal bir çöküşün içinden geçiyor. Bu çöküş, yalnızca iktidarın hukuk mekanizmalarını baskı aracı olarak kullanmasından ibaret değil. Aynı zamanda üretim ilişkilerinin bozulduğu, emeğin değersizleştiği, sosyal yaşamın tek tipleştirildiği ve bireysel özgürlüklerin sınırlandığı bir düzenin yarattığı çok katmanlı bir çelişkiler yumağıdır.
Türkiye’de hukuk, adaleti sağlıyor olarak görülmemekte. Yargı kararları, çoğu zaman toplumsal vicdanı değil, siyasal ihtiyaçları yansıtıyor. Bu durum, hukukun evrensel ilkelerinden sapmayı beraberinde getiriyor. Muhalefetin bu noktada hukukun araçsallaştırılmasına değil, yalnızca sonuçlarına odaklanması, eleştirinin derinliğini zayıflatıyor.
Sosyal demokrasi, tarihsel olarak emeğin hakkını savunan, adil paylaşımı önceleyen bir ideolojidir. Ancak Türkiye’deki sosyal demokrat söylem, çoğu zaman neoliberal ekonomik politikalarla iç içe geçmiş, üretim ilişkilerine değil yalnızca siyasal baskılara karşı konumlanmıştır. Bu durum, halkın yaşadığı somut sömürü düzenine karşı etkisiz bir muhalefet yaratmaktadır.
Gelir dağılımındaki uçurum, sosyal yardımların sadaka sistemine dönüşmesi, emeğin karşılıksız kalması... Bunlar yalnızca ekonomik sorunlar değil, aynı zamanda ahlaki sorunlardır. Adil olmayan paylaşım, toplumsal barışı tehdit ederken; muhalefetin bu düzene değil, yalnızca iktidarın uygulamalarına odaklanması, sistemsel dönüşüm ihtiyacını göz ardı etmektedir.
Demokrasi, yalnızca seçimlerden ibaret değildir. Düşünce özgürlüğü, örgütlenme hakkı, yaşam tarzı çeşitliliği gibi temel haklar da demokrasinin yapı taşlarıdır. Ancak Türkiye’de bu haklar, giderek daralan bir alana sıkışmakta. Muhalefetin bu daralmaya karşı çıkışı, çoğu zaman seçim odaklı stratejilere indirgenmekte; oysa mesele, sistemin demokratikleşmesi değil, yalnızca iktidarın değişmesi gibi sunulmaktadır.
CHP’nin yeni ekonomik programına bakıyoruz. “Vergide adalet” diyorlar. “Sosyal devlet” diyorlar. “Adil paylaşım” diyorlar. Elbette kulağa hoş geliyor. Fakat sorun şu: Düzenin temellerine dokunmuyor. Sermayenin ayrıcalıkları sorgulanmıyor. Emeği ezen üretim ilişkilerine dair tek söz yok. Yani işçiye, emekliye, gence söylenen şu: “Düzen aynı kalsın ama acısı biraz azalsın.”
Oysa sorun kökten. Bir işçi sabahtan akşama çalışıp aç kalıyorsa, bir emekli torununa harçlık veremiyorsa, bir genç umudu yurtdışında arıyorsa bu sadece “yanlış yönetim” değil. Bu, bizzat bu düzenin eseridir.
CHP’nin programı pansuman olabilir ama tedavi değildir. Yara kapanmaz, sadece üzeri örtülür. Halkın ihtiyacı sonuçlara itiraz değil, düzene itirazdır.
Sonuç olarak, bu ülkenin taşıyıcı kolonları sorgulanmadan, yani emeği ezen üretim ilişkileri, sermayeye tanınan ayrıcalıklar ve adaletsiz paylaşım düzeni değiştirilmeden; hukuk üstünlüğü sağlanmaz, gerçek demokrasi kurulmaz, adil paylaşım gerçekleşmez, sürdürülebilir bir hayat vaat edilemez.
Türkiye’nin geleceği, düzenin yarattığı sonuçlara değil, bizzat düzenin kendisine itiraz edecek bir siyasetle kurulabilir.