Önce şunu söylemem gerekir; büyükelçiler milletvekilleri ya da bakanlar gibi siyasi kişiler değildir, büyükelçiler bir devleti ve o devletin başındaki kişiyi temsil eden atanmış memurlardır.
Türkiye Cumhuriyeti dışişleri bakanlığının web sitesinde büyükelçi unvanı ve görev tanımı açıklanırken: “Büyükelçi, nezdinde görevli bulunduğu ve akredite edildiği ülkelerde Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Cumhurbaşkanını temsil eder. Büyükelçi, görev yaptığı ülkede büyükelçiliğe bağlı tüm birimlerin amiridir.” Denilmektedir.
Kısacası bir büyükelçinin sözü asla onun kişisel sözü değildir, temsil ettiği devletin ve o devlet başkanının sözüdür.
10 büyükelçinin bir araya gelerek Osman Kavala davası hakkında yayınlamış oldukları ültimatoma da esas olarak bu gözle bakmak gerekir.
Gelelim bu 10 büyükelçinin ne dediğine:
ABD Büyükelçisi David M. Satterfield, Almanya Büyükelçisi Jürgen Schulz, Fransa Büyükelçisi Hervé MAGRO,Finlandiya Büyükelçisi Arı Mäkı, Danimarka Büyükelçisi Danny Annan, Hollanda Büyükelçisi Marjanne de Kwaasteniet, İsveç Büyükelçisi Staffan Herrström,Kanada Büyükelçisi Jamal Khokhar,Yeni Zelanda Büyükelçisi Wendy Hinton ve Norveç Büyükelçisi Erling Skjønsberg yayınladıkları ortak bildiride: “Osman Kavala’nın tutuklanmasının üzerinden dört yıl geçti. Davanın, farklı dosyaların birleştirilmesi ve beraat kararından sonra yeni davaların yaratılması yoluyla sürekli geciktirilmesi, Türk yargı sisteminde demokrasiye saygıyı, hukuk devleti ve şeffaflık ilkelerini gölgelemektedir.
Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç ve Yeni Zelanda Büyükelçilikleri olarak Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleriyle ve milli kanunlarıyla uyumlu şekilde, bu davanın adil ve hızlı biçimde sonuçlandırılması gerektiği kanısındayız. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu husustaki kararları doğrultusunda Osman Kavala’nın derhal serbest bırakılmasının sağlanması için Türkiye’ye çağrıda bulunuyoruz.” demektedirler…
Hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hak ve özgürlüklerine saygılı kim bu söylenene itiraz edebilir?
Sadece bir önlem olan tutuklamayı cezaya çeviren bu tip uygulamalara kim sahip çıkabilir?
Efendim egemenlik haklarımız, yargı bağımsızlığı ve benzeri gerekçelere sığınmak ise çok anlamsızdır.
Bir kere söz konusu olan insan hakları ve özgürlükleri ise milli egemenlik kavramı ya da ülkenin iç işleri savunması tamamı ile geçersizdir. Bu çağda hiçbir iktidar egemenlik ya da iç işleri kavramına sığınarak insan hakları ihlallerinde bulunamaz, insan özgürlüklerini kısıtlayamaz!
Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) taraf olmak, AİHM’nin yargı yetkisini tanımak anlamına geliyor. Strasbourg merkezli Mahkeme, kararlarını AİHM’nin temelini oluşturan AİHS’yi referans alarak veriyor. AİHS’yi hazırlayan 12 Avrupa devletinden biri olan Türkiye de Avrupa hukukunun bu en önemli belgesini 4 Kasım 1950 tarihinde imzalayıp 18 Mayıs 1954’te onaylamış bulunmaktadır.
Bütün hukukçular, AİHM kararlarının bağlayıcılığının AİHS’nin 46’ncı maddesinde açık biçimde not edildiği ve söz konusu maddenin 1’inci paragrafında “Yüksek Sözleşmeci Taraflar, taraf oldukları davalarda Mahkeme’nin verdiği kesinleşmiş kararlara uymayı taahhüt eder” ifadeleri ile ortada olduğunu dile getiriyorlar.
Sonuç olarak Türkiye Osman Kavala davası gibi bazı davalarda mahkemenin vermiş olduğu nihai karara uyma taahhüdünü yerine getirmemektedir. Yani ortada uyarı gerektiren bir durum bulunmaktadır. Eğer Türkiye’yi bu duruma düşürmekten dolayı birine kızacaksanız AİHM kararlarını uygulamayan mevcut iktidara kızmanız gerekmektedir.
Bundan sonra ne olur?
Erdoğan geri vitese takmaz, bu 10 büyükelçiyi istenmeyen adam ilan eder ve ülkeden çıkarırsa emin olun çok ağır siyasi ve ekonomik yaptırımlar ile karşı karşıya kalırız.
Erdoğan tornistan eder mi?
Bunu bilmek elbette zor, lakin Trump’ın baskısı ile bırakılan Rahip Brunson ve Merkel’in baskısı ile salıverilen gazeteci Deniz Yücel vakalarında bu tip tornistanlar görmüştük…